O gün eve döndüğümde, annemi koca bir tencere çilekle beraber mutfakta bulmuştum. Ayakları paslanmış plastik bir masada çocukluğumun bütün haşarılıklarına şahit olmuş o eski masa örtüsünün üzerinde pembe bir leğenin içinden kıpkırmızı çilekleri alıyor, artık ezber edilmiş bir bıçak darbesiyle saplarını kesip kalanını önündeki tencereye atıyordu. Bu çilekler bizim bir kış daha yaşayacağımızın teminatı gibiydi onun gözünde. Allah ile yapılmış bir ahitti. Allah ağız tadıyla yedirmeyi nasip etsin diyerek mühürlenmiş ve bir kışı daha garantiye almış bir ahit. Yalnız da kalsa bu ahdini hiç ihmal etmemişti demek ki. Biliyor musun anne bu reçellerden yemediğim kışlar başıma ne olaylar geldi? Bilmiyorsun. Bilme de zaten.

Görünüşe göre, ne yıllar sonra bu kapının bir başkası tarafından anahtarla açılması şaşırtmıştı onu ne de benim ani gelişim. Yüz ifadesi, sanki sabah çıkmışım da işlerimi halledip dönmüşüm gibiydi. Elindeki bıçağı bırakıp gülümsedi. Sonra çilekleri göstererek ilk cümlesini söyledi.

- Mis gibi kokuyorlar değil mi? Kışın bol bol yeriz.

Yeriz anne. Yeriz ama önce beni dinlemeyecek misin? Sormayacak mısın mesela bunca zaman neredeydim? Neleri kaybettim? Neden bütün dünyanın derdi benim omuzlarımdaymış gibi seni hiç umursamadan gittim? Hiçbir şey merak etmiyor musun anne bu kayıp zaman hakkında? Lanet olsun anne neden bu kadar iyisin ki! Ne düşündün mesela, bir sabah uyandım ve senin çilek reçellerin aklıma geldi. Buraya da çilek kokusu mu getirdi mesela beni? Böyle olmadı anne. Her şey berbat oldu. Ben bu anahtarın bu kapıyı açacağından bile emin değildim. Biliyor musun anne hayatın bana açtığı en büyük yara senin bu tükenmek bilmeyen iyiliğin!

Böyle demedim tabi. Karşısındaki sandalyeyi çekip oturdum öylece. Sanki sabah çıkmışım da işlerimi halledip dönmüşüm gibi. Tencerenin içinden bir çilek alıp attım ağzıma. Aklıma başka Temmuzlar geldi.

Hatırlıyor musun anne o zaman mutfakta değil balkonda temizliyordun çilekleri. Ben mahallenin çocuklarına kendimi kabul ettirmeye çalışıyordum. Yeni taşınmıştık ve bu çok zor bir işti. O zaman da ben çok zor işlerle uğraşıyordum anne. Mahalle beni kabul etmiyordu, renkli ataçlarım taşınırken kaybolmuştu, Beşiktaşlı kumbaram kırılmıştı, babam gitmişti, eski mahallede Zeynep kalmıştı… İşte sen bir parça olsun hafifletmek için benim tedirginliğimi o Temmuzlarda çileğini balkonda temizlerdin. Kafamı kaldırdığımda seni göreyim diye. Hatta bir keresinde temizlenmiş çileklerden iple sarkıtmıştın aşağı. Ben çocuklarla beraber yemiştim. Mahalle beni öyle sevmişti. Anne söylesene ben nankör bir insan mıyım?

Sanki hiç bunları düşünmüyormuş gibi bir çilek daha alıp belki çoktan unuttuğu sesimi annemin kulaklarına bıraktım.

- Kaç bardak şeker koyacaksın şimdi buna? Ben yardım edeyim mi?

Şeker. Evet şeker. Hem de içim bu kadar tatsızken! Ben ne zaman içime bir yumru otursa böyle yapardım işte. Alakasız bir şey bulur ve onunla ilgili konuşurdum. Bunu en iyi annem bilirdi. Şu an bana cevap veremeyeceğim soruları sormasın diye akşama kadar ondan çilek reçeli tarifi dinleyebilirdim. Zaten o da hiç bozuntuya vermedi. Beni şöyle baştan aşağı süzdü sonra elindeki bıçağı bana doğru salladı.

- Pis üstünle ne oturdun oraya? Hem elini yıkadın mı sen tencerenin içine daldırıyorsun! Git bi elini yüzünü yıka temiz üstün başın vardır odada. Giyin temizlen öyle gel!

Gerçekten böyle mi anne? Şu an bütün konumuz temizlik mi? Eğer öyleyse bu konuyu değiştirelim anne. Ben çok kirlendim. Dünyanın arka sokaklarında oynadım hep. Gitme dediğin mahallelere gittim. Benim üstümü değil içimi değiştirmem gerekiyor anne! Ben senin yanına onun için geldim.

İlk emrini almış bir erin korkusuyla fırladım sandalyeden. Uygun adım banyoya gittim. Yüzümü yıkadım, bir süre aynada izledim kendimi. Mutfağa döndüğümde masanın üstündeki çilekler gitmişti. Onların yerinde taze fasulyeler vardı. Bu annemin hoş geldin deme biçimiydi. Çünkü ben zeytinyağlı fasulyeye bayılırdım. Hoş bulduk anne dedim utangaç bir sesle. Gülümsedi.

- Tülin halanların yazlığı vardı ya Muğla’da hani. Onların bahçesinden bu. Tadı mükemmel.

Neden bu kadar iyisin anne? Sana çok teşekkür ederim. Bana ikinci bir şans verdiğin için. Allaha, çilek reçellerine, Tülin halama, beni buraya getiren taksiciye hepsine çok teşekkür ederim. Ama en çok sana...

- O yazlığa yerleşmek onların yaptığı doğru işti. Bu kalabalık öyle bir şey ki ya boğuyor ya yutuyor sonunda.

Aslında normal bir sohbeti devam ettirmek istemiştim. Ama annem kaşını kaldırıp öyle bir baktı ki kendi kendimi ele vermiş hissettim. O yüzden mi kaçıp gittin diyecek diye korktum. Babasız büyüyen bir çocuğun sancılı ergenliğine direnmiş anneni bu kalabalığın ortasında korkundan mı tek başına bıraktın?

Hayır anne korkumdan gitmedim. Ben zarar vermek istedim sadece. Sana değil yanlış anlama. Hayata. Hayatı bir köşede sıkıştırıp öldürecektim. Çocukluğumdan beri devam eden kan kaybım duracaktı o zaman. Sen gülecektin. Vasat bir evliliğin ömür boyu yükü değil, gurur duyacağın bir ödülü olacaktım. Olmadı. İntikamımızı alamadım. Hatta daha fazla zarar verdim sana. Yalnızlığı üstüne yaz kış çıkaramayacağın bir palto gibi giydirdim. Ama şimdi geldim anne. Geç değil, değil mi anne? Telafi edebiliriz.

- Yok ben seviyorum bu mahalleyi öyle deme. Bakkalı tanıdık, kasabı tanıdık. Kötü mal vermezler bir defa. Uğraşmana gerek kalmaz etin iyisi şurada, malın tazesi burada. Hem komşularda öyle. Ayten, Sabahat. Ben yeni bir yere alışamam bu saatten sonra. Ha ama bak biraz deniz havası almaya hayır demezdim.

Ben de alışamadım anne bak. Tıpış tıpış geri döndüm. Kuyruğumu kıstırdım, beylik laflarımı yedim. Temiz bir sayfa açarım diye yine ilk buraya geldim.

- Doğru Ayten ve Sabahat var. Ahiretliklerin. Aslında üçünüzü de göndersek oraya. Daha rahat alışırsınız üçünüz üç koldan.

Bir şey demedi. Fasulye ile uğraşmaya devam etti.

- Madem sürekli gitmek istemiyorsun ama deniz havası da istiyorsun o zaman beraber gidelim mi bir tatile?

Fasulyeyi bırakıp resmen parlayan bir tebessümle baktı yüzüme. Aklına Urla’nın geldiğini bakar bakmaz anlamıştım. Babam gittikten sonraki ilk sene. Devlet su işleri kampı. Ben on yaşındayım annem de otuz ikiydi muhtemelen. O tatil otuz iki yaşında hayata yeniden başlamış bir kadının ilk molasıydı. Benim için deniz ve dondurmadan ibaretti ama onun için başardığının ispatıydı. Gidelim dedi bir süre bekleyip. Ardından da ayağa kalkıp mutfak çekmecelerinin birinden uzun bir sigara paketi çıkardı. Sigarasını yakıp konuşmasına devam etti sonra.

- Aslında ben gitmek istedim daha sonra. Kamp da çıkmıştı hatta. Ama yalnızlık işte. Bırak dedim aileler gitsin. Şimdi kamp çıkmaz gerçi süresini geçirdim. Hem zaten emekli kontenjanları daha az.

Gülümsedim. Ve sonra ağlamamak için gözlerimi gözlerinden kaçırıp hemen annemin sofrayı kurmasına yardım etmeye başladım. Mutfak dolaplarını teker teker açtım. Tabak çatal da arıyor olabilirdim, çocukluğumu da. Bilmiyordum. Galiba o yüzden her kapağı açıp bir süre boş boş baktım. Ben iki tabak koyana kadar o koca sofra çoktan hazırlanmıştı. Yemek bitti. Sonra iki bardak çay alıp balkona çıktık beraber. Annem uzaklara doğru bakıp bir sigara yaktı.

- Kaç saat sürüyordu buradan Urla?

- On iki saat kadar sürer anne herhalde.

- İyi ki yalnız gitmemişim zamanında. Uzunmuş. Sıkılırmışım.

- Artık her sene gideriz beraber sen merak etme.

Cevap vermedi. Öylece daldı. Karanlık gecenin ötesinden Urla’daki gençliğini seyrediyordu galiba. İyi geceler dedim. Onu da duymadı. Yavaş yavaş çıktım balkondan. Ama sesi tam koridorun sonunda yakaladı beni.

- Burada kalacak mısın?

Acaba duymamış gibi yapabilir miyim diye düşündüm önce, sonra kendimden emin bir sesle cevap verdim.

- Evet. Artık burada kalacağım anne.

O gece ne kadar ağladığımı bilmiyorum. Ama tıpkı çocukluğumdaki gibi ağlaya ağlaya uyumuştum. Ama sabah büyük neşeyle uyanıp alelacele hazırlandım ve biletleri almak için dışarıya çıktım. Bir otobüsün değil yeni bir hayatın biletlerini alacaktım. Heyecanlıydım. Cebimde biletler, elimde iki simit sallana sallana sokaklarda yürüdüm. Binanın kapısına kadar gelmiştim. Tam zile basacaktım ki kapı açıldı. Ayten teyze yıllardır kaybetmediği gülüşüyle karşımdaydı. Uzunca bir süre baktı, sonra gelip boynuma sarıldı.

- O kadar sevindim ki seni gördüğüme. Son birkaç aydır Gül hep seni sayıklıyordu.

Ağız dolusu güldüm bu söylediğine. Demek annem gerçekten kızgın değildi, beni özlemişti.

- Bundan sonra gitmeyeceğim zaten bir yere Ayten teyze. Annem sen ben yıllarca otururuz artık beraber.

Ayten teyze yüzüme boş boş baktı.

- Nasıl bu kadar çabuk geldin sen? Doktorlar mı aradı?

- Doktorlar? Neden arasın ki doktorlar beni?

Ayten teyze sustu önce. Sonra bir şeyler geveledi.

- Haberin yok herhalde. Gül bayadır hastanede. Kanser demişti doktor…

Bir süre bakakaldım Ayten teyzenin suratına. Sonra susturdum onu. Başımla bir selam verip yanından uzaklaştım. Merdivenleri ağır ağır çıkıp zili büyük bir şiddetle çaldım. Kapı açıldı. Annem hiçbir şey olmamış gibi karşımdaydı ve balkonda enfes bir kahvaltı hazırlamıştı. Önce annemi sonra masadaki çilek reçelini inceledim bir süre. Anne dedim.

- Anne. Hani bu çilek reçelleri bizi koruyacaktı?