Bu insanlar hayatın o kadar dışında yetişmişlerdi ki dışarıdan bakıldığında ölü bir kentin doğamayan çocukları gibi sancılı bir berzah âleminde gibilerdi. Bunun farkında ve acısında olmayan bu insanların dışarıdan bakıldığında nefes almaktan kaçar gibi bir halleri vardı. Burada çoğu insan kendi isteklerine ve arzularına göre davranmaz hatta bunu aklının ucundan dahi geçirmezdi. Sevmeyi çok iyi bilen bu insanların en güzel huyu karşılık beklemeden sevmekti. Hiçbir iyiliği karşılığını umarak yapmaz ve asla kendi hayatları için amaç gütmezlerdi. Sevginin bu şekline rastlanılmayan bu çağın acımasızlığında böyle insanların varlığı insanlık adına ümit yeşertiyordu. Fakat yine de böylesi bir toplumda ‘dışarıya açık içeriye kapalı evler’[1] hüküm sürer, dışarıdan insanlar içeridekilerden daha çok saygı ve hürmet görürdü. Çünkü bu toplumun tabu olarak koyduğu ve yıkamadığı bir put vardı. ‘’Ayıp olandan uzak durmak’’ tabusu bu toplumun ruhunu ele geçirmişti. Peki, ama ayıp olan neydi? Ayıp olana kim nasıl karar veriyordu? Kimin doğrusuydu bu? Hangi inancın meyvesiydi? Hayatın için bir şeyler ümit etmek ve bu dünyada ot gibi yaşamak istememenin neresi ayıp olabilirdi? Bu toplumda kız çocukları daha doğmadan ölü bir köyün düşüncelerine göre büyütülür ve o köyün tabularına göre biçim verilirdi. Erkekler kimin koyduğu belli olmayan değerlere göre işlenir ve hayatın büyük bir yükü omuzlarına verilirdi. İşte insanı mahvetmenin, bir dünyayı yok etmenin yoluydu bu. Her doğan biçimleri ve sınırları koyulmuş bir dünyaya doğar, bu sınırların dışına düşüncesinde dahi çıkamayarak ölürdü. Hayatın en acımasız zaman diliminin içerisinde ve en tutucu köylerden birinde tutsaklığına gözlerini açan bir kız çocuğu bir de bu kız çocuğunun kimliğini, dilini, dinini, ırkını her fırsatta kulağına haykıran ailesi vardı. Bu dünyaya kapalı köy, hayvancılıkla geçimini sağlardı. Bu köyde kız çocukları ilkokula kadar okutulur, erkekler ise işlerinden fırsat bulup okumayı akıllarına koyarlarsa istedikleri kadar okutulurdu. Fakat okulda taşkınlık çıkarır veya ders çalışmazlarsa hiçbir fırsat tanınmaz, hatasını telafi etmek için nasihat verilmez, anında küçük yaşın getirdiği çocukluğa aldırılmadan dünyanın büyük yüklerinden en ağırını sırtlarlardı omuzlarına. Bu insanlar küçük yaşta sırtladıkları büyük sorumlulukların verdiği özgüvenle karışık yorgunlukla hayatın acı yüzüyle tanışır, ruhen yıpranmanın umursanmadığı bir coğrafyada nefes almak için mücadele verirlerdi. İşte bu köyün hikâyesi hayallerin kırılma noktasıyla başlıyordu…

Havin… Yaz demekti, yaz gibi sıcacık bir yüreği vardı, sıcacık gözleri, yaşam sevinciyle dolmuş bir ruha sahipti. Havin, 16 yaşında uzun boylu ve ince bir kızdı. Okulda çok başarılı olan Havin’in okuma hayalleri babasının tokadıyla son bulduğunda ise 13 yaşındaydı. Ne kadar çok istemişti okulda, sıraların arasında olmayı. Her gece bunun hayaliyle uyumuş, her sabah bunun verdiği huzurla uyanmıştı. Fakat babası köyün muhtarıydı, kızını okula göndermiş imajını vermektense kızını öldürmeyi yeğleyen bir babaydı. Her zaman kız çocuklarının ikinci planda tutulduğu bu köyün adeti kızlar ergenliğe girmeden okuldan almak, daha sonra ev, bahçe, yemek, hayvan bakımı gibi işleri sorumluluklarına vermek, yaşı geldiğinde ise aile büyüklerinin istediği kişiyle evlendirmekti. Havin’in çocuk yaşta istekleri ve hayalleriyle kimse ilgilenmez, onun yaşayacağı ruhani çalkantı kimsenin umurunda olmazdı. Ne yazık ki Havin bu durumu gerek babasının dayaklarıyla, gerekse annesinin itiş kakışlarıyla çok iyi deneyimlemişti. Tüm bunlara rağmen evde Havin’i çok seven bir dedesi vardı, tüm erkek torunlarının arasından tek kız torunuydu Havin. Asım Ağa köyün imamıydı, herkese merhametle yaklaşır kimseyi kırmak istemezdi, Havin’e kimse sevgi göstermezken kucağına alıp seven, saçlarını okşayan tek insandı. Belki de Havin’i okuma hayalleri kurmaya cesaret etmesinin altında yatan dayanak dedesiydi. Fakat Havin’in hayal ettiği gibi olmadı hiçbir şey. Dedesi onu destekleyecek herhangi bir hareket ve söylemde bulunmadı. Aksine Asım Ağa da kızların okutulmasını onaylamıyor, ergenliğe girdikten hemen sonra evlendirilmesini doğru buluyordu.

Bu yüzden çok sevdiği torunu Havin’i koruyacak bir harekette bulunmadı. Havin, dedesinin tepkisizliğiyle hayatın çirkin ve karanlık yüzünü tanımış oldu. Hiçbir sevgi düşünce yapısından ve hayatta konulan değerlerden üstün değildi. İnsan istemediği ve hayat düşüncesine ters düşen bir durumla karşı karşıya kaldığında hiç düşünmeden sevgisini göz ardı edebiliyor ve karşısındakine hiç tanımadığı gözlerle bakabiliyordu. Havin için durum tam olarak buydu, evde hiç kimse okumasını desteklememiş, babası, abileri ve annesi tarafından hırpalanmıştı. Havin, başka çaresi olmayan tüm insanlar gibi kaderine razı olmuş, bir daha bu konuyu açmamıştı. Derin kabulleniş içerisinde hayatına devam ederken, o gün evlerine bu derin sancılı kâbustan uyandıran daha büyük kâbusun habercisi olan bir misafir gelmişti. Büyük amcası Kâzım, Havin’in babası Mehmet’le konuşmaya gelmişti. Asım Ağa’nın 5 tane oğlu vardı, bunlardan en büyüğü Kazım, en küçüğü ise Mehmet’ti. Sözü babasından dahi çok geçen Kazım, sert, öfkeli ve dediğim dedik kişiliğiyle bilinirdi. Asım Ağa’nın tek kız torunu Havin olduğu için ailede bütün gözler onun üzerinde olur ve ne yapıp ne ettiği her daim gözlenirdi. Asım Ağa, Havin’i çok sevdiği için diğer yengeleri tarafından hatası kollanır, sürekli Asım ağaya karşı kışkırtılmaya çalışılırdı, fakat hiçbir zaman emellerine ulaşamayanlar korosu daha çok öfkelenir ve bilenirlerdi. Velhasıl Havin’in asıl hayat mücadelesinin yeni başlayacağının habercisi olan amcası geldiğinde, Havin ahırda inek sağıyordu. Her şeyden habersiz kızcağız elinde süt bidonlarıyla bahçeye girdiğinde babasının sesiyle irkildi.

-Havin! Havin! Gel, Kazım amcana çay koy.


Havin aceleyle elindeki süt bidonlarını bırakarak, mutfağa koştu. İçeriden sesler geliyor, sanki tartışmayı andıran münakaşalar duyuluyordu. Havin’in annesi Hatice’nin sesi daha çok geliyordu ağlıyor, yazık değil mi diye bağırıyordu. Havin ilk kez annesinin sesinin bu kadar çok çıktığını duyuyordu. Çayları koymuştu fakat içeri gitmeye korkuyordu. Havin, cesaretini toplayarak çay dolu tepsiyle avluya çıktı ve Havin’in görünmesiyle bütün gözler ona çevrildi. Kimse tek kelime etmiyor, herkes başını önüne eğmiş duruyordu, bir tek Hatice Hanım ağlıyordu. Çaylar Havin’in elinde kalmıştı. Bu sırada amcası kalktı ve bir şey söylemeden avlu kapısından çıktı. Dedesi de hiçbir şey söylemeden ortamı terk etti. Bir babası bir de annesi kalmıştı. Suskunluk büyüyor, büyüdükçe Havin’in yüreğini korku daha çok kaplıyordu. Bu sırada babasının ağzından tek bir cümle çıktı:

-Kızın eşyalarını hazırla, yarına götüreceğim! dedi. Ve bulunduğu yerden gitti.

Hatice’nin hıçkırıkları büyüdü ve ilk defa korkusuzca gözyaşı döktü. Havin, ne olduğundan habersizdi fakat hep habersiz kalmak istiyordu. Annesine ne oldu diye sormaya korkuyor, kaçmaya çalıştıkça bu korku onu ele geçiriyordu. En sonunda cesaretini toplayıp sordu. "Anne neler oluyor, neden eşyalarımı topluyorsunuz?"

Hatice’nin hıçkırıkları bulunduğu yeri sardı, cevap vermeden öfkeyle kalkarak odasına kapandı. Havin cevapsız kaldı, kafasında binbir tane cevap dönüyordu ama hiçbirini konduramıyordu. Havin orada öylece kalakaldı. Hiçbir şey düşünemiyor, düşünmek istemiyordu.

Akşam olduğunda Havin yemeği hazırlamış, sofrayı kurmuştu. Fakat akşam yemeğine annesi dışında herkes gelmiş, bir tek annesi teşrif etmemişti. Havin’in de canı hiçbir şey yemek istemiyordu, içeri girdiğinde annesinin ağlayarak eşyalarını toplarken buldu. Koşarak annesine yaklaştı ve ‘’anne, neler oluyor neden eşyalarımı topluyorsun, nereye gidiyorum?’’ diye sordu. Annesinin cevabı çok acıydı.

-Sorup durma Havin! Evlendirdiler seni, bugün vekâleten baban gitti, Kazım amcanın oğlu Murat’la imam nikâhınızı kıydı!

-Murat abiyle mi? diye sorabildi sadece Havin.

Murat Kazım’ın en büyük oğluydu. 45 yaşında, karısı bir ay önce vefat etmiş altı çocukla dul kalmıştı. Ne kadar kız aradılarsa bulamamışlardı, sonunda Mehmet’in abisine itiraz edemeyeceğini bilen Kazım, kızı istemeye değil ‘almaya’ gelmişti sabah evlerine, fakat Hatice’nin ağlamalarından dolayı yarına kızı hazırlayın diyerek terk etmişti evi. Hiç kimse, ne Havin’in dedesi ne de babası itiraz edememişti. Bir tek Hatice şu soruyu sorabildi: "Benim kızım 16 yaşında yazık değil mi?"

Hiç kimse bu soruya cevap verme gereği bile duymadı. Bu sorudan sonra sinirlendi Kâzım Bey, kardeşine sinir sinirli bakarak evden gitti.

Havin, bağırıyor çağırıyor, bavulundaki eşyaları etrafa fırlatıyor, adeta sinir krizi geçiriyordu. Mehmet Bey odaya geldiğinde bir tokat savurdu Havin’e ve sadece şunları söyledi:

-Arsız seni, sen atana karşı gelemezsin! Nikâhın kıyıldı yarın gidiyorsun.

Havin babasına o kadar büyük nefret ve öfkeyle baktı ki, gözlerinin içindeki nefret elle tutulur gibiydi. Bağırmaya başladı Havin:

-Sen baba, bana tek bir gün babalık bile yapmadın, bir kere saçımı okşayıp ‘güzel kızım’ bile demedin, senin benim üzerimde ne hakkın var da sen benim adıma nikâh kıyıyorsun? Hiç mi acımadın, hiç mi üzülmedin Murat abim senden bile büyük! Okula gideceğim, okumak istiyorum dediğimde yanı başımızda olan köyün lisesine göndermeyen siz, beni oradan daha uzak olan köye gönderiyorsunuz. Hakkımı size helal etmiyorum! Hakkımı sizee helal etmiyoruuum!


Havin’ in bu sözleri Mehmet’in tokatlarıyla son buldu. Kendi kızını öyle bir dövdü ki şeytan bile şeytanlığından utandı.

Ertesi sabah gün doğmadan Hatice Hanım uyandı, zaten uyuyamamıştı, yatağın içinde dönüp durmuş, sürekli ağlamıştı. Elinden bir şey gelmiyor, kimseye söz geçiremiyordu. Bulundukları coğrafyada kadının sözü dinlenmezdi, bunun farkındaydı Hatice, zaten dün o soruyu sorması bile fazlaydı fakat yine de içindeki yangın sönmüyordu. Erkeklere kahvaltı hazırlamak için mutfağa girdi, Havin’i acı dolu bir sabaha uyandırmamak için sürekli oyalanıyordu. Kahvaltıyı avluya kurmak için her gidip gelişinde acısı büyüyor, Havin’in odasının önünden geçerken, avluya çıkarken içi kavruluyordu. Bir şeyler vardı hissettiği, avluya her çıkmasında avlunun tam önünde bulunan ağaç dolu bahçeye bakmaktan onu alıkoyan bir şeyler… Elinde, kahvaltılıkları götürürken domates, salatalık, ekmek, çatal, bıçak, çay… Birçok kez çıkıp girmişti avluya fakat bahçeye bakmakta yüreğini yoran, kalbini sıkıştıracak bir şeyler hissediyordu, geciktirmeye çalıştığı, görmek istemediği bir şeyler… En son elinde bardak dolu tepsiyi götürürken baktı bahçeye, ağaçlara. Bir insan gördü bahçenin çınar ağacına kendini asan. Bu insan, Havin’di!

Havin, yaz demekti ama o hayatı boyunca kışı yaşamıştı…




[1] Şükrü Erbaş – Aynı Yürek Lekesi şiirinden alıntı.

*İlk Öyküm-23.07.2020-28.082020