E.M.Cioran’a “sabahtan akşama kadar ne yapıyorsunuz” sorusu yöneltilince kendisi zaten hayatla barışık olmadığı, yaşamın en güzel hissinin ve o hissiyatın kendisini hayatta tuttuğu ölüm düşüncesinden bir an duraksayarak şöyle cevap vermiş; “Kendime katlanıyorum” Cioran’a sabahtan akşama kadar kendisine katlanma mezalimini veren şey kuşkusuz hiçlikti. Hiçe adanmış ve anlam bulma noktasında kendisini yetersiz bulan her insan için hayat katlanılmaz bir fahişeden başka bir şey değildir. Esasen hayat tam olarak da budur diyeceğimiz bir şeyi öğütlüyor Cioran

Kadim öğretiler dediğimiz kimi eserler, ilahi dinler, peygamberler hayatın hiç noktasına oldukça atıf yaparlar fakat Cioran’ı da bizi de onlardan ayıran şey zannımca hiçliğe esir olmamaları idi. Biz hiçliğin müptelası değil esiriyiz. Hayatın yahut herhangi bir şeyin anlamının olmadığını iddia eden herkes için hiçlik veya adını ne koyarsanız bir motivedir. Zamana karşı olma motivesi, insana karşı olma motivesi hatta kendine karşı olma. Peki bu insan için gerçek nedir desek cevap verecek var mı?

İnsana bu türlü kabz hallerinin gelmesi yaşam boyu kaçınılmazdır. Mutlak surette bir yerde, bir anda, bir, bir şeyde takılı kalanımız olmuştur. İşi daha kolay hale getireyim. Ben takılı kaldığım anlardan bahsediyorum. Yenilgiye aç bir insan olarak kendimi alt etme fikri ve fırsatı geldiği zaman kaçırmıyor ve kendime katlanma arzumu kamçılıyorum. Bir çeşit ibadet gibi. Başkasını duymayan, ölüme meyyal olmam ve hiçliğin esiri olmam noktasında Cioran ile her daim aynı yere geliyorum. Fakat ben acizliğimi bilip dışarı çıkmak isterken zamanın, aşkın ve kendimin kurbanı olma yolunda farklı bir yere gidiyorum. Tanrıya. Ah ki barışık bir halde gitmek yerine kendime öfke ve kendime olan kinimle gidiyorum. Beni hayrete düşüren, açık sözlü olayım utandıran, yüzümü ağartan da her defasında aldığım hoşgörü oluyor. Neden sorusuna verdiğim her cevabın ardından nasıl sorusunu kendime şiar edinip orada takılı kalmak bana pek iyi gelmese de gideceğim yer olmadığını yüzüme vurması sebebiyle büyük bir sınav. Sınav; çünkü kazanma yarışında olan nefsim var.

Yazıyı uzattığım kadar uzatabilirim fakat ne aklım ne de kalbim buna hazır değil. Yenilmekten haz mı duydum ya da yenileceğim gerçeğine öfke mi duydum bundan da emin değilim. Aşka olan öfkem beni aklıma yöneltti epeyce zamandır fakat aklım bana hatanın kaçınılmaz olduğunu kanıtlıyor her defasında. Öfkem de buna zaten, akıl, kalp, mantık, yaş ya da başkaca bir şey ile düşmemek, yenilmemek ve yanılmamak mümkün değil. Ne büyük dert imiş de ben derdimi başka yerde aramışım diyerek kendime katlanma arzum Buda’dan çok daha fazla. ( Aslında değil, kendimi ve Tanrıyı yenmek Buda’yı yenmekten çok daha zor olduğu için böyle söyledim) Hem yenilgiye aç hem de yenilmekten öfke duymak, bu da güzel bir tenakuz. Daha fazla uzatmadan Cioran ve dahi kendime benim cevabım ise;

Vakit ki her daim bana aşk gelmiştir,

Aşk ki her daim bana zulm gelmiştir.

Tenakuz, paradoks, çelişki, ikilem, dilemma…

(Her hal geçicidir. Halimize hallere çevirene de eyvallah.)