Doğduğumuz, bu dünyaya bedenlendiğimiz andan itibaren bir sürü koşullanmalara maruz kalıyoruz; üzerimize birtakım etiketler yapıştırılmaya başlanıyor, ne olduğumuzdan ziyade ne olmamız gerektiği konusunda çevremizde bulunan neredeyse herkes tarafından sürekli demeçler veriliyor. Bu düzenin içine doğup bu düzenle birlikte yaşamımızı sürdürdüğümüz için tüm bunlar birçoğumuza muhtemelen olağan geliyor. Ama sonra durup dururken (!) bir can sıkıntısı, hatta can sıkıntısından da öte ruh sıkıntısı kaplıyor insanın içini ki bir türlü gitmek, sona ermek bilmiyor. Akabinde birtakım sorgulamalar başlıyor. Bu sorgulamalar genelde önce zihinsel düzlemde gerçekleştiriliyor, yanıtlar zihin yoluyla aranıyor. Ama nafile... Herhangi bir makul sonuca ulaşılamadığı gibi, düşünce kapasitesinin sınırlarının zorlanmasından ötürü akıl yitimi yaşanacakmış hissine kapılınca anlaşılıyor ki bu yöntem işe yaramıyor. Ve bu sefer mantıklı olma, mantıklı yanıtlar bulma çabasını bir kenara bırakıp içine bakmayı seçiyor insan. İlk etapta biraz ürkek hareket ediyor tabii... İçinin en derinlerine, ruhunun karanlık dehlizlerine öyle hemen atıvermiyor kendini. Önce ufacık bir adım, etrafını biraz yoklamaca ve sonra ufacık bir adım daha... Sonra alışıyor gitgide. Hatta öyle bir alışıyor ki bir süre sonra tek nefesle derin dalış yapabilir hale geliyor. Ve içine baktıkça, derinlere, daha derinlere daldıkça aslında o zamana kadar kendisini, esas olduğu şeyi hiç tanımamış olmanın gerçekliğiyle sarsılıyor. O zamana kadar ''ben'' dediği şeyin aslında o olmadığını, o zamana kadar kendisine ait olduğunu zannedip sahiplendiği birçok şeyin aslında ona ait olmadığını ve o zamana kadar kendisine ait olmadığını zannedip ittiği, kendisinden ayrıştırdığı birçok şeyin ise aslında onun bir parçası olduğunu fark ediyor. Ve üzerindeki etiketleri fark ediyor. O zamana kadar hem diğer insanların ona yapıştırdığı hem de bizzat kendisinin yapıştırdığı tonlarca etiket, tonlarca tanımlama cümlesi... Onca yıl boyunca onların ağırlığı altında ezildiğini ve aslında çoğu kendisine ait olmayan birçok etiketi taşımanın ruhuna ne kadar acı verdiğini de fark ediyor. Bu farkındalığın etkisiyle bir hışımla kararını veriyor insan; üzerine yapıştırılan bütün etiketleri teker teker çıkaracak ve böylelikle onların altından ne çıkacağına bakacak... Yani bir nevi kendisini bulacak. Ama bütün tanımlamaların, bütün kategorileştirme uğraşlarının, ''Ben böyleyim, ben şöyleyim...'' ve ''Sen böylesin, sen şöyle değilsin...'' tarzı söylemlerin ötesindeki kendisini, özünü bulacak... Ve yolculuk başlıyor. Dışarıdan bakıldığında pek de anlaşılmayan, insanın kendi içine doğru genişlemekte olduğu bir yolculuk bu. Sürekli olarak farklı noktalara evriliyor kendiliğinden. Kendi gölgeleriyle, içsel karanlığıyla bolca karşılaşıyor insan bu süreçte. Hele de o zamana kadar kendisini hep belirli bir kalıp içerisinde, belirli bir profil çerçevesinde görmeye alıştıysa, insan olduğunu ve bu dünyaya insan deneyimi yaşamak üzere bedenlenmiş bir varlık olduğunu unutup hep doğru düzgün, iyi bir insan olmak adına beyhude bir çaba göstermeye kalkışmışsa vay haline! İçinin derinliklerinde keşfettiği karanlık-yıkıcı potansiyelleriyle karşı karşıya kaldığında neye uğradığını şaşırabiliyor ve kendi adına hayal kırıklığına uğrayabiliyor. Hayal kırıklığına uğrayabiliyor çünkü insanların çoğu tarafından sürekli olarak dayatılmakta olan genel kabullere göre ona çok korkunç geliyor içinde keşfettiği şeyler. Çok karanlık, çok yıkıcı... Ama sonra bir gerçeğe uyanıveriyor birden bire; insan olduğu gerçeğine. Bir insan olarak birçok acziyeti olduğuna, başarısızlıkları, yapamamaları, çokça zorlanmaları olduğuna ve aslında hiçbir şeyi bilmiyor olduğuna... Evet, hiçbir şeyi bilmiyor insan. Bildiğini ''zannediyor'' sadece. Aslında kendisini de bilmiyor da bildiğini zannediyor işte. Ama bunu bir türlü hazmedemiyor, sindiremiyor. Bir de korkuyor bilinmeyenlerden. O yüzden de beyhude bir çabayla ha bire her şeyi tanımlamaya ve kategoriler oluşturup her şeyi onların içerisine bir şekilde sığıştırmaya çalışıyor. Dağınık ve ortada bırakmak istemiyor hiçbir şeyi. Kendisini de. O yüzden sürekli olarak kim olduğuna yanıt bulmaya çalışıyor. ''Ben aslında kimim, neyim, nasıl bir şeyim?'' Fakat yolculuğunun ilerleyen aşamalarında fark ediyor ki; buna hiçbir zaman tam ve belirli yanıtlar veremeyecek, hiçbir zaman tam olarak nasıl bir şey olduğunu bulamayacak. Önce hüsrana uğruyor bu idrak karşısında. Ama süreç ilerledikçe aslında bunun ne denli büyük bir özgürlük olduğunu fark etmeye başlıyor... Hiçbir kalıba sığdırılamayan, hiçbir tanımlamaya tam olarak uymayan, sürekli tek bir şey olarak kalmayan, ha bire başka formlara evrilen-dönüşmekte olan bir varlık! İnsan... Ve bu müthiş bir özgürlük. Tek ve belirli bir şey olma zorunluluğu yok, birden çok ve belirli bir şeyler olma zorunluluğu da yok tabii. Sadece neyse o olsa yeter. Ve bunun için ne olduğunu tam olarak bilmesine de gerek yok. Çünkü bu bir bilme hali değil; bu bir yaşama hali... Sadece olmakta olana izin vererek, kendi özünün gürce akmasına, dışarıya doğru taşmasına izin vermeyi seçerek... Kendisine belirli bir kimlik oluşturmaya ve ruhunu onun içerisine yerleştirmeye amansız bir çaba harcayıp durmaktan ziyade zaten her ne ise o olmayı, her ne ise onun belki de en iyi versiyonun dışarıya akmasına izin vermeyi seçerek... İşte bu, insanın kendisi için de oldukça büyük bir sürpriz teşkil ediyor. İçinden ne çıkacağını bilmediğin bir sürpriz yumurta gibi adeta... Bu; keşif sürecinin ta kendisi. Kişinin gerçekte olduğu şeyi, kendi otantik ve eşsiz varoluşunu keşfetmesi... Dünyaya bakışının ve dünyayı, kendisini ve diğer her şeyi, tüm varoluşu algılayışının yeniden şekillenmesi, adeta bir reforma uğraması... Oldukça acılı, sancılı ve çokça da yalnız hissettirebilen bir süreç. Yalnız hissettirebiliyor çünkü zamanla birçok şey insanın içine doğru genişlemeye başlıyor, içe yönlendirilen enerji git gide büyüyor ve insan, dış dünyadaki varlığını bir süreliğine daraltabiliyor. Kendi içsel kaosunu anlamaya, çözümlemeye ve bir süre sonra artık bunların herhangi bir anlamı olmadığına ve muhtemelen işe yaramayacağına kanaat getirmesinin akabinde o kaosu sadece yaşamaya, onu sadece hissetmeye o kadar odaklanıyor ki; hiç kimseye hiçbir şey anlatabilecek mecali, isteği, hevesi kalmayabiliyor. Ve tabii herhangi birisinin onu gerçekten anlayabileceğine dair umudu da... O yüzden oldukça kendi halinde, kendi kendine, kendi içinde yaşamaya başlıyor bunları. Ve yine bilmiyor. Evet, bilmiyor. Ve muhtemelen hiçbir zaman tam olarak bilemeyecek hiçbir şeyi. Ama artık bunu kabul ediyor, bununla barışmayı seçiyor ve olmakta olana, olacak olana izin veriyor. Nereye gitmekte olduğunu, aslında ne olduğunu ve nasıl bir şeye dönüşmekte olduğunu bilmiyor ve sadece izin veriyor, gözlemlemeyi seçiyor ve yaşıyor işte... Tüm bunların hepsi ve sonrası insanın kendisi için de sürprizli malum...