Duştan yeni çıkmıştı. İçinde müthiş bir heyecan vardı. Bugün onun için özel ama çok özel bir gündü. Sabah en yakın arkadaşlarını aramış, onlardan fikir almış ve kalp atışlarını yavaşlatacak bir şeyler söylemelerini beklemişti. Daha ne giyeceğine bile karar verememişti. Kot pantolon olmazdı. Ciddiyeti kumaşından belli olan bir pantolon tercih etmiş olmalıydı. Tabi bir de beyaz bir gömlek gerekiyordu. Beyaz gömlek şarttı. Bunu babası söylemişti. Bir süre beline sarılı havluyla koltuğa oturup düşündü. Bu düşünce bir tereddüt belirtisi değil, aksine hayatının en önemli kararlarından birini vermenin çocuksu mutluluğuydu. Kafasında ne yapacağına dair senaryolar kuruyor, sonra beğenmeyip başa alıyor, diyaloglar oluşturuyordu. Böyle dalıp gitmişken bir an oyalandığını fark etti. Hemen kalkıp hızlıca gardırobuna göz attı. Fakat bir şey eksikti. Bir yere gitmek için hazırlanırken telefonundan güzel bir şarkı açmak adetiydi. Telefonunu aldı, müzik listesini açtı ve çok sevdiği bir şarkıyı seçti.

 

 Bak kardeşim

           Elini ver bana

          Gel kardeşim

                   Neşe getirdim sana

        Al kardeşim

              Ye, iç, gül, oyna

 

Küçük Asher, annesinin kucağında neler olup bittiğini anlamadan hüngür hüngür ağlıyordu. Etraftan kulakları sağır edecek silah, tank ve bomba sesleri geliyordu. İnsanlar bağrışıyor, yerlerde yatan yaralılar var gücüyle inliyor, sağlam olanlar sağa sola kaçışıyordu. Ava’nın tek derdi ise bir an önce eve varmak ve oğlunu güvenilir bir yere saklamaktı. Zavallı çocuğun daha babasının öldüğünden bile haberi yoktu. Annesinin kolları arasında gözyaşları yollara saçılarak bir sokaktan çıkıp başka bir sokağa giriyordu. Nihayet eve gelmişlerdi. Ava korkudan elleri titreyerek anahtarı çıkardı. Kapıyı açmasıyla kapaması bir oldu. Oğlunu, kısa bir süre önce eşinin merdiven basamaklarında hazırladığı gizli bir bölmeye soktu.

-Bak Asher, şimdi babanla saklambaç oynuyoruz. Baban ebe. Ben de başka bir yere saklanacağım. Baban gelip seni bulana kadar buradan çıkmak yok. Anlaştık mı?

-Anne burası çok karanlık. Ne olur sen de gel. Ya da birlikte başka bir yere saklanalım. Çok korkuyorum anne.

-Olmaz bir tanem. Bak eğer burada sessizce durursan sana şu çok sevdiğin Alman pastasından yaparım.

Ava merdiven basamağını bir çırpıda kapatıp aşağı indi. Evin köşesinde duran sandığın kapağını açıp içine girdi. Yüreği yerinden çıkacak gibiydi. Dışarıdaki nazi askerlerinin “Ein volk, ein reich, ein fuhrer” sloganları çok daha yakından geliyordu. Ve sıra Ava’nın evine gelmişti. Evin kapısı sert bir tekmeyle açılmış, Hitler’in canavarları bağrışlar eşliğinde içeri dalmışlardı. Zavallı Ava, bu ölüm makinelerinin girdikleri evlerde ilk olarak sandıkları, dolapları ve yatakların altını taradıklarını nereden bilebilirdi ki. Hayatını kurtarmak için girdiği bu sandık şimdi mezarı olmuştu. Caniler de görevlerini bir kez daha yerine getirmenin verdiği keyifle çıkmak üzerelerdi. Tam kapının önüne geldiklerinde içeriden bir ağlama sesi duydular. Yavaş yavaş merdivenlere yaklaştılar. Küçük Asher korkudan ölmek üzereydi. Fakat nazi alçakları bunu fazla uzatmadılar. Asher, anne ve babasına kavuştu.

 

Asansör gelmeyince merdivenlerden ikişer üçer inmeye başladı. Her dakika, her saniye daha zor geliyordu. Önce kız arkadaşını evinden alacaktı. Oradan rezervasyon yaptırdığı restorana gideceklerdi. Allahtan arabayı uzağa park etmemişti. Arabaya biner binmez emin olmak için elini ceketinin iç cebine soktu. Kız arkadaşıyla aralarında birkaç semt vardı. Akşam trafiği başlamadan evin önüne geldi. Bir iki kez kornaya bastı. Biraz sonra kapıdan uzun boylu, kırmızı kıyafetli, zarif bir kız çıktı. Yüzünde hafif bir makyaj olmasına rağmen oldukça güzel görünüyordu. Topuklu ayakkabıların da etkisiyle arabaya ağır adımlarla geldi. O daha selam vermeden kendisi “Hoş geldin bir tanem” deyip yanağından öptü.

-Hoş buldum da bu ne şıklık aşkım. Plakayı bilmesem yanlış arabaya bindim zannedecektim.

-Abartma istersen. Alt tarafı bir gömlek, bir de ceket giydim. Asıl sen çok güzel olmuşsun.

Gidecekleri restoran biraz uzaktı. Bu yüzden trafiğe takılmak kaçınılmaz oldu. Bir eli direksiyonda diğer eli de sevgilisinin elindeydi. Trafik durdukça gözlerini ona çeviriyordu. Yol biraz canını sıkmıştı.

-İstersen radyoyu aç, dedi.

-Aaa! Hiç farkında değilim. İyi ki hatırlattın.

Radyoyu açtı, birkaç kanal değiştirdi. Sonunda güzel bir şarkı çıkınca bıraktı.

 

Sar kardeşim

     Kolunu boynuma

Sev kardeşim

        Canım feda yoluna

Tap kardeşim

 Tüm insanlara

 

Bir hafta olmuştu. Dünyanın en zor, en uzun bir haftası. Hiç kimsenin görmek istemeyeceği, görenlerin ise dayanamayacağı korkunç bir, bir hafta. Hana bir haftadır Srebrenitska’daki kamplardan birindeydi. Anne ve babasını bir gün önce kaybetmişti. Sırp askerleri gözlerinin önünde dipçikleyerek öldürmüşlerdi onları. Hana anne, babasının ölümünden memnundu. Zira ölmeden önce onların gözleri önünde de kendisine defalarca tecavüz etmişlerdi. Bunları yaparlarken dünyanın en vahşi hayvanlarından daha vahşi, daha duygusuzlardı. Erkek kardeşini toplu mezar kazmak için kullanıyorlardı. En son ne zaman gördüğünü bile hatırlamıyordu. Bir anda bütün hayatı alt üst olmuştu. Her gün en az beş Sırplı çadırını ziyaret ediyordu. Her gün aynı şeyleri yaşayan binlerce Bosnalı kadından biriydi. Bazen etraftaki çadırlardan gelen kadınların sesleri kendi sesini bastırıyordu. Ama… Ama onu asıl kahreden, mahveden şey gelenlerin arasında çocukluk arkadaşı Ratko’nun olmasıydı. Ratko’yla aynı mahallede büyümüşlerdi. Birlikte oynamış, birlikte gülmüş, birlikte yiyip içmişlerdi. Şimdi ne yapmıştı da kendisine böyle acımasızca davranıyordu. Bunca eziyeti hak edecek ne yapmıştı? Birazdan yine geleceklerdi. Daha fazla dayanacak gücü kalmamıştı. Etrafına göz gezdirdi. Ufak bir cam parçası gördü. Elleri arkadan bağlı olmasına rağmen bir eliyle alıp bileğini kesti. Yaptığı şeyi bir intihar değil, bir kurtuluş olarak görüyordu. Biraz sonra ellerinde votka şişesiyle birkaç Sırplı içeri girdi. Bir tanesi tam pantolonunun kemerine sarılmışken Hana’nın öldüğünü fark etti.

-Ee, ölmüş bu, dedi yanındakilere.

Bir ölüm karşısında verebildikleri tek tepki buydu. Hana’yı sürükleyerek toplu mezarların olduğu bölgeye götürdüler. Kocaman çukurlardan birine yuvarladılar. Etrafta mezarların üzerini zorla toprak atarak örten Bosnalı erkek çocukları vardı. Bunlardan biri de zavallı Hana’nın kardeşiydi.

Restorana geldiklerinde hava kararmıştı. İçeriye girer girmez genç bir garson kibarca yanlarına yaklaşıp “Hoş geldiniz efendim, rezervasyonunuz var mıydı” diye sordu. Bir yandan da elindeki rezervasyon listesine bakıyordu. Aldığı cevap ile listeye hızlıca göz gezdirdi. Sonra masalarına kadar eşlik etti. Restoranın konsepti ülkedeki onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce restoran ve cafenin kullandığı yeşilçam konsetiydi. Bu konsept her zaman tutardı. İnsanların nostalji duygularını çok iyi kullanıyorlardı. Kemal Sunal’ın gülüşü, Sadri Alışık’ın selamı, Türkan Şoray’ın cazibesi… Duvarlarda meşhur filmlerin posterleri boy boy asılmıştı. Yemek menülerinin önünde ve arkasında herkesin hafızasına nakşolmuş replikler yazıyordu. Hatta müziği bile yeni müzik sistemleri ve hoparlörler aracılığıyla değil, merkezi bir noktaya konulmuş bir pikap aracılığıyla sağlıyorlardı. Az önce onları masasına götüren garson da şimdi pikaba yeni bir plak takıyordu. Ve restoranda hoş bir müzik ziyafeti oluyordu.

Dünyaya geldik bir kere

Kavgayı bırak her gün bu şarkımı söyle

Sevdikçe güler her çehre

                                Amaçlar hep bir olsun

                                Kalpler birlikte

 

 Afrika dünyanın cehennemiydi. Ne yazık ki bunun sebebi güneşin yakıcı ve kavurucu sıcağı değildi. Bunun sebebi Fransız askerlerinin ve bürokratlarının birer zebani gibi oraya çökmesiydi. Oysa cehenneme girmek için bir suç işlemek gerekti. Bu insanların ise ten renklerinden başka hiçbir suçları(!) yoktu. Zavallı Dia da dünyada cehennemi yaşayan bu insanlardan biriydi. Boynuna geçirilmiş zincirle zar zor yürüyordu. Yanındakilerle birlikte bir köle pazarına götürülüyordu. Satılacaktı. Bir efendisi olacak ve ona kulluk edecekti. Küçükken babası onun saçlarını okşar, yalnızca Allah’a kulluk etmesini öğütlerdi. Fransız askerleri onu babasından koparmışlardı. Şimdi ya altın madenlerinde kazma sallıyor ya da demiryolunda çalışıyordu. Belki de çoktan ölmüştü. Ne için öldüğünü bile bilmeden… Dedesi de böyle ölmemiş miydi? I. Dünya Savaşı’nda apar topar bir gemiye bindirmişler, eline bir silah tutuşturmuşlar ve ateş etmesini emretmişlerdi. Şimdi kendisi de başına ne geleceğini bilmeden yürüyordu. Boğazı kupkuruydu. En son ne zaman bir şey yediğini hatırlamıyordu. Artık gücü tükenmiş, bir adım daha atacak hali kalmamıştı. Bir an kendinden geçip yere düştü. Bunu gören askerlerden biri eline bir sopa alıp Dia’nın sırtına indirmeye başladı. Diğer bir asker karnına tekmeler sallıyordu. Etraftakiler bu manzarayı çaresizce izliyorlardı. Birkaç dakika sonra Dia ağzında kanlar içinde hareketsizce yatıyordu. Artık kalkmasına gerek yoktu. Dünyanın en özgür insanıydı.

 

Bacakları titriyordu. Artık o anın gelmiş olduğunu farkındaydı. Biraz sonra hayatının en önemli sorusunu soracak ve karşılığında ya dünyanın en mutlu insanı olacak ya da büyük acılar çekecekti. İkincisinin olması için hiçbir sebep yoktu. Her şey olabildiğince mükemmel gidiyordu. Tüm cesaretini topladı ve ayağa kalktı. Sevgilisinin elini tuttu.

-Bir tanem sana bir şey söylemem gerekiyor, dedi.

Ceketinin iç cebinden siyah bir kutu çıkardı. Hafifçe diz çöktü. Sevgilisinin gözlerinin içine baktı.

-Benimle evlenir misin?

Arkadan bir garson gelip elindeki konfetiyi patlattı. Daha önce ayarladığı kemancı romantik bir parça çalarak onlara yaklaştı. Diğer masalardaki insanlar da onlara bakıp alkışlamaya başlamışlardı. Ortada büyülü bir an oluşmuştu. Pikapta ise hala aynı şarkı çalıyordu.

Dünyaya geldik bir kere

                                Kavgayı unut her gün bu şarkımı…