“Ekiplerimizin dikkatine. Kayıp şahıs eşkali bildiriyorum. Aylin Kaya. On yaşında. Kumral, uzun saçlı. Üzerinde siyah mont, mavi kot pantolon olduğu bilgisi mevcut. Dün gece 21.00 sıralarında evden çıkar, bir daha haber alınamaz. En son Atatürk Bulvarı üzerinde görüldüğü bildirilir. Bölge ekipleri duyarlı olsunlar.”

Telsizin mandalını kaptığım gibi “7256 merkez, yakınız, geçiyoruz,” dedim. Yusuf Abi’nin suratı düştü. “Yarım saat var değişime, niye anons ediyorsun?” 

“Çevreye bir bakalım, belki denk gelir, yazık, küçücük çocuk.” 

“Ulan yeni memur olsan anlarım, koşturmak istiyor derim de yirminci yılına yaklaştın, hala akıllanmadın. Tabii sen yalnızsın, evde bekleyenin yok. Gecikince kimse laf etmez sana.” 

Cevap vermedim. Bulvarın üzerinde ilerlerken sağa sola dikkatle bakıyordum. 

“Aynur’un yaşında, daha küçücük.” 

Radyoda çalan şarkıya eşlik eden Yusuf Abi “Ne dedin?” diye sordu. 

“Yok bir şey. Sen de şu tarafa bak.” 

“Bulunmaz o kız. Her yer insan kaynıyor, biraz dolaşalım da çek anonsu rastlayamadık diye.” 

“Sağa yanaş.” 

“Ne oldu, gördün mü yoksa?” 

“Sen sağa çek.” 

Kaldırıma yanaşan arabadan atladım aşağı. 

“Sen biraz dolaş yalandan, anonsu geç, sonra değişime git. Ben kızı arayacağım.” 

“Oğlum kafayı yedin iyice, gel otur, tamam bakarız.”

Arkamı dönüp ana caddede yürümeye koyuldum. Yusuf Abi’nin serzenişlerini araç uzaklaşırken bile duyabiliyordum. Akşamın ayazında içim titretmeye başlamıştı. “Üzerinde mont var.” İyi bari.

Etrafımda siyah montlu bir çocuk aradım. Yok. Karşıdan gelen birkaç kişiye sordum. Görmemişler. Market, restoran, ilerideki park… Hepsine baktım. Yok. Nereye gider on yaşında bir kız? Ailesi ne durumdadır şimdi? Perişanlardır mutlaka. Arabalar vızır vızır geçiyor. Ben bile çekiniyorum karşıdan karşıya geçerken. Kaza filan olsa haberimiz olur. Yaşıyordur. Önemli olan da o. Yolda önüme çıkana sormaya devam ettim. Siyah mont, mavi kot pantolon. Ağız birliği etmişler gibi aynı cevap. Görmedim. Koşturdum yol boyunca. Ne kadar insan görürsem ihtimal o kadar artar. Bulmam lazım, yoksa nasıl bakarım annesinin yüzüne? Demez mi sen ne biçim polissin? Durup soluklandım. Herkes bana bakıyor. Nereye gittiğimi kestirmeye çalışıyorlar. Olay varsa izleyecekler. Pek severler. Bağırıyorum hepsine. Siyah mont, mavi kot pantolon, on yaşında. Kafalar sağa sola sallanıyor. Tekrar koşturuyorum. Anası başlamıştır yırtınmaya, sağa sola saldırmaya. Kocasını suçluyor mudur? “Senin yüzünden. Kaç kere dedim sana dikkat et diye?” Ama çocuk bu, söz dinlemez ki. “Senin de mesleğinin de Allah belasını versin!” Bu mesleği ben mi seçtim sanki... Mecburdum. Taşıdığım silahın namlusu hep hayatıma dönük. Nerede bu kız? Karşı kaldırıma geçmeye çalışırken az daha arabanın biri çarpıyordu. Aniden durunca belimden düşen silahı yerden aldım. “Ağzımda tüy bitti silahını orta yere koyma diye!” Akşam oluyor, herkes evine yetişmeye çalışıyor. Karanlık çökmeden kızı bulmalıyım. Gözlerimden akan yaşları hızla sildim. Siyah mont, mavi kot pantolon. Yok. Yer yarıldı, yerin içine girdi sanki. “Daha fazla dayanamıyorum. Sana baktıkça kızımı görüyorum. Göğsünden kanlar aktıkça yüzü beyazlıyor. Canı çekiliyor. Her gece patlayan silah sesiyle uyanıyorum.” Aylin ölmeyecek. Suç babasında değil. Çocuk bu, her şeyi oyun sanıyor. Gücüm tükendi. Yere çöktüm. Kırmızı mavi ışıklar etrafımda. Midem bulanıyor. Ağzımda acı bir tat.

“Ömer iyi misin?” 

Kafamı kaldırınca Yusuf Abi’yi gördüm. 

“Neredesin be oğlum? Seni arıyorum yarım saattir. Gel bin hadi arabaya. Kız da bulunmuş zaten.”