Bu bahçeyi hatırlıyorum.
Buraya ilk geldiğim gün annemin bacaklarının dibinde sığınacak yer arıyordum. Günün asık suratlı telaşının nedeninin, dul kadının yeni kocaya varışı olduğunu o zaman anlamamıştım.
Büyük suratların emaneten gülümseyişi, acelece söylenen iyi dilekler, beni sızılı bir heyecana sürüklemiş, Ve o heyecan şu bahçenin ortasında yabancı kalışımla, beni nerden alındığı bilinmeyen, ayak altından kaldırılmaya da pek değer bulunmayan bir nesneye dönüştürmüştü.
Bu bahçe benim annemdi.
Çünkü onun koynu, ne zaman uzanmak istesem benim için tutuşurdu. Şu ihtiyar akasya, yaz aylarının, o yalnız ve kızıl sıcağında beni serin masallarıyla avuturdu. Öncesini anımsamıyorum, sanki ayağım ilk defa bu bahçenin taşında tökezledi. Ama canımın o sahipsiz sızısı, bir üfürükte kesen o avuntuya hep yabancı kaldı.
Çünkü bunun tatlı bir teselli olduğunu bilmek zorundaydım.
Benim güzel anacığım, başım yıllardır o şefkatli ellerine muhtaçtır. Ne acı! Ne acı seni kötürüm hastalar gibi tarumar ve bir damla suya hasret görmek.
Yıllar aramıza kaç memleket koydu.
Ayaklarım sen için nerelerden sapsa da yine varamadı.
Senden ayrı geçen her yıl kaç ömür devirdim,
kaç dünyanın kıyametine şahit oldum bilsen.. Bilsen bağışlarmıydın?
Ya da beni uğurladığın o gün gibi, gözlerindeki hüznü gizleyerek, ne kadar buruk da olsa ne kadar boğulsa da boğazında, sesinin acısını heyecanla örterek karşılarmıydın?
Bağışla oğlunu anne, yüzümden yılların ayıbını sil ne olursun.
Sözlerim kanlı canlı değil artık, bal içse de katran tüküren cümlelerimi bağışla.
Ellerime eski hikayeleri tutuştur, aklımı olmaz hayallerle karıştır.
Yine tökezlesin ayağım yamacında koştururken
Canım yana yana avunurum
Bırakma beni.