Çok özlüyordu çocukluğunu. Böyle anlar, zaman geçip yıllar koşar adım geride kaldıkça nedense daha sık yaşanır olmuştu.

Ne çare, kilitli odalarda kalmıştı çocukluğu. Ah, o kilitli odalar…

Hain kahkahalar atarak kimin ya da kimlerin kilitlediğini bir bilebilseydi, olduğu gibi ağzına boşaltacaktı acı kırmızı biber kavanozunu. Dili, dudakları patlayıncaya kadar yansın, anlasınlardı hainliğin nasıl olduğunu. Sonra, ”Hangi elinle kilitledin o saflığı, masumiyeti, süt kokulu pembe yanakları, o çıkarsız, hesapsız, sevgi deryasını!” diyecek, ellerine ellerine vuracaktı ki bir daha hiçbir kapıyı kilitleyemesinlerdi.

Her yerde sevgisizlik diz boyu idi. Çoğu canlı birbirini sevmiyor, sevmeyi bilmiyordu. En çok da insan insanı.

Elleri kırgın, dargın yüreğine eş. Nereye koyacağını bilemediği birer fazlalıklar âdeta. Eller dokunmaya, yapmaya, okşamaya, sarılmaya, örgü örmeye, yemek pişirmeye ve daha bir sürü şeye yarardı hani sevgiyle? Öyle denirdi hani? Vurmaya, acıtmaya, kanatmaya, yıkmaya değildi hani? Hani ya?

Zenci bebeğine elbiseler diken, altta iki dişi olan ağzından biberonla verdiği suyun bebeğinin bacak aralarından sızması ile ıslanan bezini, tulumunu değiştiren küçük ve tombul eller onun değildi artık. Ellerinde acı ne çoktu!

Artık yol yol sutaşıyla süslenmiş eteği de yoktu. Parmaklarını dolayıp, ellerini saklayacağı eteği… Konuşurken, bir şey anlatırken, heyecanını bastırmak için sağa sola sallanırken bir yandan da parmaklarını doladığı sutaşıyla süslü, çiçekli, kısa eteği…

O şimdi, dokuma kilimin bir iki sırasındaki yerinden kim bilir kimlere bakmakta, o kim bilir kimler de ona basmakta…

Nereden mi biliyor? Annesinin elleri ile makas arasında görmüştü onu en son. Bir ileri bir geri hareketlerle kesiliyordu. İtina ile kilim olma yolunun başındaydı o sıralar.

Sessizce üzülmüştü sadece. Kimsecikler anlamamıştı. Makas sesinin kesildiği kısa anlarda, eteğin kıvrımlarına gizlenmiş kalp çarpıntılarının bir kısmını kurtarabilmişti ancak. Saklamıştı derinlere…

Şimdi, özlediği kadar da korkuyordu tozlu örtüleri kaldırıp masum gözbebeklerine bakmaya. Yüz yıl kadar uzakta kalmıştı o bakışlar.

Canın ta özündeki o masum, o sevilesi esmer çocuk hangi köşede unutulmuştu? O kırılgan çocuk kalbinin sevgi denizi geri çekildikçe, onca bebek onca çocuk onca minik yürek onca yarın onca gelecek hangi hoyrat ellerin kirli tırnak aralarında yıllar boyu gün gün, saat saat eksilmişti?

Artık bir çocuğun gözleriyle yerlere çaktığı utangaç masumlukta ya da dudak kıvrımlarındaki sessiz ve yanık kahkahalarda, buruk bir tebessümde...

Asırlar öncesinden sızan ışık huzmesinden süzülen utangaç, siyah perçemlerin döküldüğü gece kirpikli,  iri, siyah gözlerde...

Ne zaman kırılsa büyük çocuklara, dizlerini kıvırmış oturan bir kız çocuğunun sevgi dolu elleri içine saklanmakta...                                                                                                                             

Bir anne edasıyla kardeşinin elinden tutan; kendi savunmasızken koruyan, kollayan, kocaman çocuk yüreğinin sahibi o esmer kıza koşmakta…

Çoğu zaman da minik parmaklarının camın buğusuna çizdiği o kalbin içine girmekte; kalbinin en derinlerine...

Aslında garip olan ne biliyor musunuz?

Bütün bunları bir çocuk hissediyor göz göze geldiklerinde,  elleri birbirine değdiğinde...

O bir küçük melek,  çocuk ise acılarla yoğrulmuş kadar olgun. Öyle bakıyor ki ona, bu kadar olur!

Küçücük elleri sırtına vururken usul usul, anlıyor, duyuyor ve sanki diyor ki ona: “Boşver, geçer geçer, unutulur…”

Büyük büyük çocuklardan(!) hiç duymadığı, duyamadığı ve duyamayacağı kadar içten, o kadar masum, o kadar kalpten...

 

* Sevgi kurtaracak insanı, insan onu kurtarabilirse eğer.