Tekrar hoş geldin azizim!


Evet, artık sanırım sana yavaş yavaş bazı sırlarımı ifşa etmemin zamanı geldi, belki de geçiyor. Derinlerden fark ettiğin ama emin olamadığın bir konu vardı, şimdi onu açıklığa kavuşturalım: Ben, ilk kuralı “kulüpten kimseye bahsetmemek” olan bir kulübün üyesiyim. Ve kulüp olarak bizler, var olan olaylara ve durumlara karşı bakış açımızı olabildiğince toplum normlarından farklı tutmaya çalışırız. Yanlış anlama fakat: üst akıl, yenidünya düzeni, illuminati vs gibi kavramlara inanmayız. Velakin bazı şeylerin bir takım fikirlerin oturmasında, yayılmasında ve kanıksanmasında büyük rol oynadığını biliriz ve bunu da kullanırız. Şöyle bir örnek vereyim:


Ninja kaplumbağaları bilirsin. Evet evet, o isimleri… Avrupa’nın aydınlanmasına vesile olan sanatçılarından esinlenen Ninja kaplumbağalar. İşte bu kaplumbağalar, belki de ellerinin müsait olmamasının bir sonucu olarak pizzadan başka bir şey yiyemiyorlardı. Ve bir dönem neredeyse dünyanın tamamında çocuklar ve dolaylı olarak da ebeveynler sürekli olarak “pizza yeme” fikrine maruz bırakıldı. İsmi lazım değil, bir meşrubat içeceği üreticisi de uzun vadede gayet olumlu sonuçlar getiren bu “dolaylı reklam kampanyası”nı daha kısa sürede verimli hale getirmeyi düşündü. Ve denedikleri şey de bir sinema filminin hemen öncesindeki reklamlarda meşrubat ve patlak mısır göstermek oldu. İnanır mısın aziz okuyucu, bu reklamlarla satışlar arttı. Bunu bilen reisimiz –ki kulüp adından bahsederek yeteri kadar risk aldım o yüzden sadece kısaltma kullanacağım- TD de bunu bir adım ileri götürmeye çalıştı ve başardı da. Ne yaptı biliyor musun? Film şeridinin geçiş noktalarına erotik kareler ekledi. İnsan beyni, saniyede on dört kareyi net olarak algılar ancak on beşincisi bilinçaltına işlenir. Geçiş noktalarına eklenen bu on beşinci kare yetişkinlerin tahrik olmasına, çocuklarınsa histerik ağlama krizlerine girmesine sebep oldu. TD gayet adanmış ve azimli birisidir, çok da kurnazdır da.


Her neyse, dediğim gibi ben ve kulüp olarak bizler derin veya gizli güçlere inanmayız. Ama inandığımız bir şey var, o da her zafiyetin birileri tarafından istismar edildiği ve edilebileceği gerçeği. TD Reis bunu on beş fps’de yaparken meşrubat firmaları perde açılış reklamında, bir başka firma ‘bu çizgi filmler en çok nerelerde izleniyor’ diye düşünerek çizgi filmleri referans alarak yapar. Yöntemleri veya mesnedleri her ne olursa olsun “her zafiyetin istismar edildiği/edilebileceği” gerçeği tek değişmez gerçektir. Burada senin, benim, onun, bizim, kendimize sormamız gereken soru istismar edilebilecek gerçek nedir, bireyler, zümreler ve toplumlar istismara neden ve nasıl açık hale getirilir, gibi sorulardır.

Bir tartışma programında katılımcılardan birisi şöyle bir cümle kurmuştu aziz okuyucu: “Eğer çay kaşığı üretiminiz yoksa ve çay kaşığına muhtaçsanız çay kaşığına maruz kalırsınız.” Ne kadar basit ve karmaşık, ne kadar âkılane ve ahmakça bir cümle değil mi? Aslında bu söz bile derinlemesine bir irdeleme ile yukarıdaki soruların cevabını bulmaya yardımcı olur. Bu cevap da hiç şüphesiz TD Reis’in savaş açtığı kapitalizm’in kendisidir. Evet, TD Reis kapitalizme savaş açmıştır ve bunu gerçekleştirebilmek için de ödeme ve –doğal olarak- borç sisteminin kendisine saldırarak yapmıştır. Ne yüce bir amaç.

Kusura bakma aziz okuyucu, konudan sapmış gibi görünebilirim ama bu kadar yüce bir amaca sahip bir kimse için bi’ kaç kelam etmeden de olmaz, değil mi?


Ve tabii ki aziz okuyucu, kapitalizm tek başına bir işe yarayabilen bir “şey” değildir. Kapitalizm parazittir. İnsanın emeğini, sevincini, hüznünü, mutluluğunu ve en önemlisi de insanın zamanını sömüren bir parazittir. Diğer bütün parazitlerden farklı olarak tespit edilmesi imkânsız, tedavi edilmesi ise daha bile imkânsızdır. Çünkü kapitalizmin tek ve yegâne tedavisi, bilinç sahibi olmaktır. E peki bunun çay kaşığı ile ne alakası var diyeceksin, kusura bakma aziz okuyucu, bazen ortalama IQ seviyesine inmekte sorun yaşıyorum, açıklayayım. Çay kaşığı burada sadece bir örnektir. Anlatılmak istenen şey ise insanın ihtiyaçlarının giderilmesinin gerekliliğinin kapitalizmin temel taşlarından birisi olduğudur. İşte tam da bu noktada Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi ve bu hiyerarşide yer alan “aidiyet/ait olma-sevgi” gibi ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçlara yaklaşım bizi “bilinç sahibi olma” kavramına götürürken manevi-ruhsal-spritüal olan bir ihtiyacı maddi-fiziki bir değerle karşılamak da bizi kapitalizme götürür.


Daha çok yeni başımdan geçen bir olayla örnek vereyim. Gerçek kişiler olduğu için isimler elbette değiştirildi. Arkadaşım Kerim, kendi dinamikleri içerisinde bir ilişkiye sahip ve kız arkadaşının adı Kerime. Günümüz şartlarının kaçınılmaz bir sonucu olan ekonomik kısıtlar dolayısıyla sıkıntılar yaşıyorlarsa da ikisinin de isteği evlenip barklanmak:


Kerime: Hayır ben tektaş yüzükle romantik bir evlilik teklifini ancak kabul edebilirim

Kerim: Tamam o zaman. Sen de gelip ailemden beni Allah’ın emri, peygamberin kavli ile isteyeceksin.

Kerime: Aşkım öyle saçma şey olur mu hiç, kahve de yap bari.

Kerim: Yaparım aşkım. Hem öyle iğrenç bi’ kahve de yapmam.

Kerime: Ya öyle saçma şey mi olur aşkım?

Kerim: Aşkım kabul edersen ben de böyle. Ya da sen de bana kabul etmek için janti bi’ saat falan hediye edeceksin.

Kerime: Aşkım bu daha saçma.

Kerim: Kadın erkek eşit değil mi ya, neden ben tektaş alırken sen bir şey hediye etmiyorsun?

Kerime: Evet demem yeterli değil mi?

Kerim: E o zaman benim de benimle evlenir misin demem yeterli olmalı değil mi?

Kerim: Aşkım saçmalıyorsun şu an.


Vs vs vs… Görüyorsun ya aziz okuyucu, nereden nereyeee… Tabii sen nereden nereye olduğunu bilmiyor olabilirsin, o yüzden anlatayım. Elmas-pırlanta artık bir pazar ürünü olarak piyasaya çıkmaya başladığı zamanlarda beraberinde çok büyük bir tehlike getirmiştir: kaçakçılık ve paranın takip edilememesi sorunu. Bu sorunların çözülmesi için de şöyle bir yöntem izlenmiş, tektaşla evlilik tekliflerini göz önüne çıkartarak bu tektaşı evlilik simgesi haline getirmek ve böylece piyasadaki takasını sınırlandırmak. Sen de farkındasındır, bununla alakalı dönen tüm reklamlar “anneler günü”, “sevgili”, “evli mutlu çocuklu” vs eksenlerinde döner. Belki de bu kapsamda en marjinali “kendi ayaklarında duran kadın profili” oluşturma çabasıdır. Tektaşımı kendim aldım, tek başıma kendim taktım. Şimdi, iki insanın birbirlerine olan sevgilerinin ve bu sevginin ortak paydası olan “evlenme barklanma”olgusunun karşısına maddi bir değer getirmek ve bu değeri diğer her şeyden önde tutmak bilinçsizlik değil de nedir? Şuna da girmem gerektiğini şimdi fark ettim: Arkadaş ortamında olmam dolayısıyla ister istemez tartışmanın içine çekilmiştim,


Sevgi: Ya olur mu öyle şey, tektaş olacak, gelinlik olacak, düğün olacak, haksız mıyım FD (Bu benim kod adım TD ile karıştırma aziz okuyucu.)?

Ben: Pek de umurumda değil. Bence bir ömrü birlikte -birlikte hiçbir şey yapmamanın mutluluğuna erişebilecek iki insan için, hadi evlenelim demek yeterli olmalı ve demişliğim de var-

Sevgi: O yüzden mi evde kaldın?

Ben: Yoo, birlikte mutlu olabilmemiz için illa bir şeyler yapmamız gerektiğini fark ettik, hiçbir şey yapmadan mutlu olamıyorduk…


Sefil edebiyatı yapacak değilim aziz okuyucu. Maddiyat elbette lazım ancak duyguların ikamesi olarak maddiyat bir bilinçsizlik örneği. Şimdi, bana bunun bir “jest” veya bir “sürpriz” olduğu argümanı ile geleceksin ancak jest ve sürprizde sipariş olmaz aziz okuyucu. Belki beklenti olabilir. Ve fakat adı üzerinde, bu sadece “beklenti”dir, bunun ötesini istemek onu artık beklenti olmaktan çıkartır. Neyse, bu “filolojik” durumun şimdilik konu ile alakası yok, o yüzden devam edelim. Şimdi, elimizde bilinçsiz veya hafifleştirmek isterseniz bilinç sahibi olmayan veya bilinci gelişmemiş bireyler var. Konuyu bir tek örnek üzerine kurduğumu düşünme aziz okuyucu, hatırlarsan çay kaşığından girdik, örnekler artırılabilir, mesela İsveç-İsviçre gibi ülkelerin bir paltoyu onlarca sene giymesine karşın başka yerlerde her sene palto alma furyası da buna örnektir. Daha doğrusu, manevi bir ihtiyacın maddiyatla kapatılması hülyasına bir örnektir. İsveç’te veya İsviçre’de insanlar; düşüncelerin, tutum ve davranışların, karakterin kıyafet veya evlerinde mobilyalardan, bindikleri arabalardan veya kullandıkları saatlerden daha önemli olduğunun bilincindedirler. Buna ek olarak mesela kendilerine artık gelmeyen veya uymayan giyecekleri -sanal ortamın da gelişmesi ile- “bir lira” gibi sembolik fiyatlara satarlar. Böylece hem ekonomiye katkı sağlarlar hem ihtiyaç duyanların ihtiyaçlarını daha ucuza almasına olanak sağlarlar hem de fazlalıklardan kurtulurlar. Peki, sen, ben, o, biz ne yaparız? Her şeyin en iyisi, en güzeli, en yenisi derdine düşeriz. Peki neden? Yersen cevap ihtiyaç, yersen. Hayır aziz okuyucu, seksen dört megapiksel kamerası olan, ederi beş basamaklı bir akıllı telefon; tipsiz birini daha yakışıklı-güzel, daha akıllı veya daha zengin yapmaz. Hatta ve maalesef, kendisini kandıran bir aptal yapar. Kusura bakma aziz okuyucu ama hatırlarsan kapitalizmin asıl sömürüsünün “zaman” olduğunu söylemiştim. O fiyattaki bir eşya kazancın göz önüne alınınca senin kaç günün, kaç ayın ya da kaç yılın eder?


Pek tabii sen, ben veya bir başkası, bilinçsiz bir aptal olduğunu kabul etmez. E peki ne olur da insanlar kapitalizm denen parazitin bilinçsiz bir şekilde kurbanı olurlar? İki kitap, üç şarkı, beş “selebrity”, yedi dizi, dokuz film ve on bir reklamla mı? Eğer öyle düşünmeye başladıysan yanılıyorsun aziz okuyucu çünkü onlar “beklenmeyen kazanç”lar. Bunlar yapıldığında bir takım şeylerin değiştirilebildiğinin görülmesi sonucunda yapılan uygulamalar onlar. E peki nedir bu insanlardaki sorunu aziz okuyucu? Coğrafya mı, kader mi? 


Başlıktan da anlaşıldığı üzere burada bitmedi. Ancak benim kod adlarımdan bir tanesi de “V8.” Bildiğin araba motorundan esinlenilmiş. Kafam V8 gibi çalışıyormuş ve şu anda da bu hızlı çalışmanın bir neticesi olarak ortaya çıkan “düşünce silsilesi” beni yordu, canımı sıktı ve üzdü. O yüzden şu an burada bırakıyorum...


Esen kalın aziz okuyucu.