Bu yazının başlangıç noktası ne tam olarak? İnanın bilmiyorum. Neden yazıyorum, neden yazamıyorum, bütün bunlar neden oluyor, neden bazen hiçbir şey olmuyor? İnanın tüm bu soruların cevaplarını bilmiyorum. İnanın ulan, ben vallahi hiçbir şey bilmiyorum. Öyle bir şeyler biliyormuşum gibi bakmayın yüzüme daha fazla. Bir şey demem gerekiyor gibi hissetmek istemiyorum. Yaptığım hataların düzelmesini değil, bazen sadece ve sadece hata olarak kalmalarını istiyorum. Dönüp geride kalan hataların artık oldukları tarihte kalmalarını istiyorum. He bir de eliniz değmişken bir miktar

ama çok büyük bir miktar para hoş olurdu. Olmaz mı? Yani ne zaman oldu ki zaten. Soru gibi soru olmayan cümle.

Bir şeyi bilmediğini bilmenin verdiği sıkıntı çok kötü. Herhangi bir şeyi yalnızca çok kötü gibi basit bir cümleyle tanımlamak ise berbat. Bir şeyi berbat olarak tanımlamak ise... Tamam tamam, çıkıyorum bu döngüden. Gidecek bir yerim de olsaydı keşke bu döngüden çıkınca. Yazı biraz şey kaldı? Ne? Ne kaldı? Yazıdan geriye pek bir şey kalmadı. Yazamadan yazmak da kötü hissettiriyor. Gerçi zaten yola bilinmeyen bir şeyi yazmaktan çıkmadık mı? Bak şu işe, yola bir yerlerden çıkmışım gibi. Hangi yol? Ne yolu? Kaybolmuşum. Karanlık bile değilken... Gündüz vakti kör olmuşum. Neden? Her şey pek bir basit görünüyormuş. -muşmuşmuş. Yokmuş öyle bir şey.

Bilmemek daha mı iyi? Aptal olmak. Olamayacak kadar aptal olmak. Olamamak. Yazamamak. Yazmak. Her şeyin iki ucunda keskin jiletler var. Hiçbir yerinden tutamıyorum. Gerçi zaten neyin neresine tutunabildiysek… Tutunamadığımızla övünmekten geriye bir şey kalmayacak kadar tutunamadık. Düşerken gülüyoruz birbirimize; bakın gülerek, hem de görmeyerek... Gündüz vakti düşüyoruz görmeyerek. Dip? Dip yok muhtemelen. Bilinemeyenler. Denklemler ve sorgular ve yanıtsızlıklar. Bu kuyunun duvarlarına kazınmışlar. Bu duvarlardan çıkmazlar. Biz kimiz? Bu konunun tam olarak neresinde çoğaldık? Neden çoğaldık ki? Hayır yani, ne gerek vardı? Ne vardı sanki? Ne?

Aynı şarkıyı tekrara almanın da bir gereği yoktu ama yine de yaptık. Yaptık? -tım'dır o. -tık olsa duramazdın. Öyle olsa böyle olmazdın zaten. Ne gerek var bunlara? Hiç yani.

 

Gereksiz şeylerin gereksiz uzaması üzerine uzun uzadıya bir şeyler söylenmiştir illaki bir yerlerde bir zamanlar.

 

Bir şeyler duymak, söylemek ve hissetmekten öyle bıktım ki. Zaman... Zaman ne? Geçiyor? Bitiyor? Yitiyor? Gidiyor? Geçirip geçiyor? Yoksa yukarıdakilerden her biri ve hiçbirisi mi? Ve de bu seçeneklerin hepsinin hepsinden çıkarılmış hali... Çıkarımların bile çıkmazlara sürüklenmiş halinin köşelere sinmiş hali. Yastıklara ve bedenlere ve tişörtlere sinmiş kokuların soluşu. Kokuların hafızalardan gidişi... Mutlu anların hafızalarda mutsuz köşelerde kalması. Her şeyin ama her şeyin bir şekilde bir yerlerde unutulması? Hayır, belki de unutulmaması? Veya unutulmuş gibi yapılarak hafızalardan atılması. İstenenin yapılmasının istenmesi ama asla ama asla yapılamaması… Yapılamayan her şeyin ilerleyen zamanlarda başka birinin yapmasının istenmesi ama her başka birinin başka bir şey istemesi ile istenilenlerin bile zamanın bir yerlerinde bırakılması... Hepsinin iç içe geçip birbiri içerisinde birbirini yerken zamanın aslında hiçbir yerde olmaması…

 

Neyin neye göre, nerede olması ya da? Soru işaretlerinin art arda iç içe geçememesi ama yine de çoğalabilmeleri. Bir fen dersinde kalmış ve bilinmeyen bir zamanın var olmayan bir köşesinde unutulup gitmiş bir bilginin beynin istenmeyen bir köşesinde hala var olması ama yine de istense bile istenen zamanda hatırlanmayıp en gerekmeyen yerde insanı şaşırtarak ortaya çıkmaya karar vermesi... Bitmemiş cümlelerin bile bir yazı oluştururken biten şeylerin asla ama asla tam olarak biten bir şeyler oluşturamaması. Biten şeylerin aslında hiç bitmemesi… Yarım kalmışların bir bütünü yok edecek kadar eksik ve fazla olmaları. Belirsiz bir konunun uzayıp giderken belli konuların "Yerinde say, marş!" komutundan kaçamaması. İçten içe gördüğümüz şeylerin dışa vuramaması ve içten içe bizi yiyen parazitlerin kendi beynimiz olması...

 

Özgünlüğünü kaybeden her şeyin çakma bile olamaması. Ve ne özgün ne çakma bir arafta, arafa bile ait olamayarak salınıp durması... Bitememesi çünkü aslında başlayamaması. Ortalarının bir yerinin doluluğunun hem başına hem sonuna hem de en sonuna yeteceğinin sanılması yanılgısı içinde o boşlukta salınılması...

 

Ve de yorgunluğun parmakları ısıran soğuğunda aslında bitmeyen düşüncelere, bu düşüncelerin asla bitmeyeceğinin bilincinde bir bilinçsizlikle, aralıklı duraklarla verilen molalarla soğuğun iyice ısıtılması ve tatsız bir çorba misali mideyi içten içe sindirmesi…

Kendi kendine bile yetemeyen cümleleri birbiri ardına sokarak bir şeylerin tamamlanması arzusu içinde bir yerlere varılmaya çalışılırken varılması istenilen yerin de aslında bilinmesi gerektiği gerçeğinin bilinçli bir bilinçsizlik arkasında sisli bir perdenin ardında bırakılması…

Uzatılan cümlelerin asla ama şefkatle bitirilememesi gerçeğinin kendi içinde bile anlamlandırılamaması…

 

Fazla uzatılan bütün sakızların en istenilmeyen yerde kopması ve her tarafı bir zamanlar tadı güzel olan ama artık ne yenilebilir ne atılabilir ne satılabilir ne yıkanabilir bir yapışkanlığa bürümesi…