Şeytanla ilgili olan hikayeler bana hep uydurma gelmiştir. Varlığını veya yokluğunu hedef alan bir düşünce değildi zihnimi kurcalayan. Var olduğu var sayımında dahi "Neden bir insanla senli benli olsun?" diye düşünüyordum. Böyle bir düşünceyle, anlatılan hikayeleri dinlemek, yazılanları okumak beni hiç heyecanlandırmıyordu. Ama bu tür hikayelere karşı gizli bir merakım olduğunu da itiraf etmeden geçemem. Böylece hikaye anlatıcısının, okuyucularından hiçbir şey gizlemediğine dair güven tazelemiş olmak isterim.


Şimdi, sizlere anlatacağım hikaye de sizlere uydurma gelebilir. Bunun gerçekçi görünmesi adına hiçbir abartıya kaçmayacağıma dair sizlere söz veriyorum. Hikayemin gerçekliğinden bağımsız bir okuma bekliyorum sizlerden. Sizlere ne tamamen gerçekçi bir çirkinlik, ne de yalan bir güzellik sunmak için çabalıyorum, aklınızda bulunsun lütfen. Eğer anlatmazsam sırtımda büyük bir yük olacağını düşündüğümden dolayı yazıyorum bunları.


Hikayeye kendimi anlatarak başlamayı, sizlerin, hikayenin gidişatındaki abes görünen ama beni tanıdığınız için anlayışla karşılayıp bana hak vermeniz açısından doğru buluyorum. Küçüklüğümden beri yazmaya karşı olan ilgim ailem tarafından hep şımartılırdı. Okulda hocalarım benden, yazdığım hikayeleri isterlerdi. Bir derste yazdığım kompozisyonu gören, okula yeni gelmiş bir hoca, benden hemen başka hikayelerim varsa ona okutmamı isterdi. Ben de ailemin şımartmasından dolayı olacak, pek bir burnum havada olduğu için bir hikayeden fazlasını vermezdim hocalarıma. Hatta çoğunlukla, başka hocaya da vermiş olduğum hikayeyi verirdim. Daha fazlasını istediklerinde yazmadığımı söylerdim. Bazen yırtıp attım, derdim. İşte böyle bir çocukluk ve ergenlikten sonra yazar olmaya heveslendim. Ergenlik dönemlerimde şiirler yazdığım zamanlar olmuştu ama onları gerçekten yırtıp atıyordum. Bir türlü beğenemediğim bir kafiye anlayışım vardı, ben de nesir tarzına yöneldim bu yüzden.


Senelerce uğraştım doğru düzgün bir şeyler yazabilmek için. Yazdıklarım asla beni tatmin etmiyordu. Ne zaman tekrar okumaya başlasam yazdıklarımı, bir sürü hata buluyordum cümlelerde. Kafamda oluşturduklarımı ifade edebilmekten çok uzak görüyordum kendimi. Yazdığım her şey ben onları yazarken mükemmel akıcılıkta ilerliyordu lakin sonradan okuduğumda berbat bir anlatım ve cümle dizimi buluyordum. Düzeltiyordum tabii ki bütün yazdıklarımı. Yine mükemmel geliyordu bana yazılanlar. Ertesi gün kontrol etmek için açıyordum yazdıklarımı ve büyük bir hayal kırıklığına dönüşüyordu dünkü mükemmellik. Bu yüzden asla istediği gibi yazamayan başarısız bir yazar olmak yolunda istikrarlı adımlarla yürümeye başladım.


Çoğu zaman bir yazar olmaktan vazgeçtim. Lanet okudum yazmaya ve bugüne kadar yazılmış olanlara. Ama yazmak da bir lanetti benim için ve asla peşimi bırakmadı. Durup dururken kendimi yazarken buluyordum. Sıkıntıdan okuyor, okumaktan başka can sıkıntımı geçirecek bir yöntem bulamıyordum. Okudukça da kafamın içerisinde tepinen filleri boşaltabileceğim bir kağıt parçası arıyordum. Ne okumaktan vazgeçebiliyordum ne de yazmaktan.


Bir gün sorunumun, fazlasıyla hayatın merkezinde olmak olduğunu keşfettim. Kesinlikle emindim bu sefer. Yazamamamın tek nedeni çok fazla değişken dinamiklerin ortasında yer almamdı. Mesela telefonum tam bir felaket olmuştu gözümde birden. Bir mesaj benim dikkatimi ne kadar dağıtıyordu bilemezsiniz. Belki de bilirsiniz ama alışkanlık insanı bilineni bile inkar etmeye yöneltiyor.

Konumuzu dağıtmadan devam etmek gerekirse, sorunun bu olduğunu anlayıp hemen çözümünü buldum. Ailemizin ıssız bir bağ evi vardı. Sorup soruşturdum ve oraya yerleşmeye karar verdiğimi babama açıkladım. Delirdiğimi düşündüler ilk duyduklarında. Babam inanmadı gerçi bu niyetimde ciddi olduğuma ama ısrarcı olduğumu görünce yelkenleri indirdi tabii.


Bir süre sonra ben hazırlıklarıma başladım. Bir valiz hazırladım. Valizimi konserveler, kitaplar ve birkaç kıyafetle doldurdum. Babam bana sürpriz olsun diye de bağ evine bir kurt köpeği ve kümesine de birkaç tavukla horoz atmış. Orada kaldığım süreçte yalnızlıktan kafayı yememem için olduğunu söyledi. Zaten çoktan yemiş olabileceğimin de muhtemel olduğunu ekleyerek, bu kararımın mantıklı olmadığını da belirtti. Ben çoktan gemileri yakmıştım. Rubicon’u geçen Sezar neyse, arabayla yola çıktığımızda ben oydum. Yazar olmak istemesem Sezar olabilir miydim bilmiyorum. Sezar’ın buna bir itirazı olmazdı. Sezar, İskender olurdu. İskender, Diyojen olurdu. Diyojen, köpek olurdu. Köpek de Cervantes olurdu. Cervantes, kral olurdu. Kral, dilenci olurdu. Dilenciler, deli olurlardı. Deliler de felsefeci olurlardı. Arada bir konudan kopup yaptığım ve yapacağım saçmalıklar için okuyucularımdan özür dileyerek hikayeme devam ediyorum.


Sizlere kısaca evin bulunduğu çevreyi ve kaldığım evi betimleyeceğim. Böylece olayı anlatırken gözünüzde daha iyi canlandırabilirsiniz. Bir vadiye bakan tepenin az aşağısında yer alıyordu ev. Vadinin diğer tepesi evin bulunduğu tepeden daha alçakta olduğundan orman manzarasını görebilme onuruna erişiyordum. Çevrede birkaç ev daha bulunsa da evlerde oturan kimsecikler yoktu. Bu yönüyle geceleri biraz ürkütücü olacağı belliydi baştan. Ne kadar ürkütücü görünse de erkekliğe leke sürdürmemek adına kararımın arkasında durmak için kendimi zorluyordum.

Evi anlatmam gerekirse topraktan bir karış yükseklikte inşa edilmişti. Bu bir karış yükseklik evin inşa edildiği yerin eğiminin de verdiği avantajla daha yüksek gibi bir görünüme bürünüyordu. Balkonun bulunduğu ön cephesi topraktan çok daha yüksekte duruyordu. Ön cephesinde bulunan balkon yaklaşık otuz adım genişliğinde, beş adım uzunluğunda bir balkondu. Balkonun girişi evin sağ tarafına bakıyordu. Kocaman olmuş bir asma bütün balkonun üzerini kapatıyor ve doğal bir güneşlik etkisi yaratıyordu. Balkondan karşıya baktığınızda bütün vadiyi hatta karşı tepesi öyle yakındı ki tepede gezinen tavşanı dahi görebilirdiniz. Evin içerisini pek anlatmaya değer bulmuyorum. Kutu kadar bir evdi ve ben de havanın güzel olmasını fırsat bilerek balkonda yaşamayı sürdürdüm.


İlk günüm çok keyifli geçmişti. Köpekle beraber koşturdum bütün gün. Kitap okumak, anca akşam hava kararırken aklıma geldi. Güneş ışığından faydalanmam gerektiğini tamamen unutmuştum. Tavukları hemen kümeslerine sokup kitap okumaya başladım. Yemeği unuttuğum aklıma geldi, karanlıkta hiçbir şey görememekten korkup yemeği hazırladım. Birkaç yumurta kaynattım. Akşam olunca kitap okunmayacak kadar karanlık olduğunu gördüğümde aslında diğer bütün işleri yapabilecek kadar da aydınlık olmasına şaşırdım. Ayın ışığı o kadar büyük bir nimet olarak görünmüştü ki gözüme, Ay Tanrıçası Selene için adakta bulunmaya bile niyetlendim doğrusu.


Yazmak için yeterli ışık yok gibiydi, hemen ateş yakmak istedim. Nereden geldi bu istek birden, bilemiyorum. Normal alışkanlık itibariyle ''Birden aklıma ışıkları açacak düğme aramak gelir'' diye düşünür insan. Aydınlık bir yer oluşturmak için ateş yakmak fikri hiç gelmemişti aklıma şu zamana kadar. Evin içerisinde her yeri talan ettim, uygun bir cam kavanoz aradım. Eğer içerisinde ateş yakarsam daha fazla aydınlık olacağına hükmettim. Daha iyisini buldum evde. Bir gaz lambası bulmuştum ve ne kadar sevindim bilemezsiniz. Yanında bulduğum gaz yağını lambanın içerisine doldururken biraz başımı döndürdü ve ellerime bulaştı. Ziyanı yoktu, sevincim hâlâ zirvelerdeydi.


Gaz lambasını yaktım ve yazmak için balkonda bulunan sedire oturdum. Sedirin önündeki bir kol uzunluğundaki masaya kağıt ve kalemi büyük bir özenle çıkartıp simetrik olarak koydum. İçimde büyük bir heves vardı. Binlerce sayfa yazmaya yetecek kadar heveslenmiştim. Sabaha kadar yazabilirdim bugün. Kalemi elime aldım ve kağıdın üzerinde gezdirmek için dokundurduğumda kağıda, donakalmıştım. Hiçbir kelime yazamıyordum. Bırakın bir hikaye yazmayı, tek bir sözcük bile yazacak durumda değildim. Kendimi zorlayarak bir şeyler yazmaya başladım. Cümlem şöyle başlıyordu, “Gecenin karanlığında, ay ışığının aydınlık....” ve tıkanmıştım. Onca zorlamaya karşın zihnimden dökülenlerin hepsi bu kadardı. Etrafta kimselerin olmamasının rahatlığıyla bağıra çağıra sövmeye başladım. Bütün yazarlara küfrediyordum. Yazarların bir suçu yoktu bunda ama yazabilmelerine sinirlenmiştim.


Bir süre sessizlik içerisinde geçti gitti. Bu geçen süre boyunca boş boş kağıda baktım durdum. Sanki kağıdın bana yardım etmesini bekliyor gibiydim. Sonra kalemden medet ummuş olacağım ki bir süre de ona baktım boş boş. Sonra tekrar sinirlerim zıpladı ve kendime sövmeye başladım. Bir insan kendisine karşı ne kadar acımasız olursa o kadar acımasızca kendi yeteneksizliğime beddua okuyordum. Kendi kendimi hırpalıyordum. Bir hışımla yazdığım cümlenin üzerini karalayıp altına “Yeteneksiz bir tezek yığınından başka bir şey değildi bu yazar olmak isteyen çocuk.” yazdım. Sonra yazabildiğimi fark ederek kendime sövüp saydığım bir ton sözcükle doldurmaya başladım kağıdı.


Kendimi öyle kaptırmıştım ki onca zamandır kulağıma çalınan hışırtı sesleri yakınımda sonlanana kadar dikkatimi gelen seslerin nedenine veremediğimi fark ettim. Sesler son bulduğunda kafamı kaldırdığım yere -en son hışırtının geldiği yer olduğunu düşündüğümden- dikkatle baktım. Karşımda hafif kambur bir adam görür gibi oldum. O kadar silik bir görüntüydü ki biraz ürpermiştim. Orada durmuş beni izleyen bir adam vardı. Göz yanılması olduğunu düşündüğümden kağıdıma göz atmak için gözlerimi kağıdıma çevirdim. Kağıda bakarken gördüğüm silüetin gerçek olup olmadığını düşünüyordum. Işığın aydınlattığı bir yerde bulunmaktan dolayı karşı tarafta karanlıkta bulunan yerler gözlerimi yanıltıyor olabilirdi. İlk başlarda gözüm karanlığa alışmıştı tabii ama gaz lambasının altında geçirdiğim öfke nöbeti zamanlarımda hiç karanlıkla işim olmamıştı. Hışırtının yeniden kulağıma gelmesiyle soğuk soğuk terledim birden. Küçük bir bakıp bakmama kararsızlığı yaşadım. Bir süre bekledim. Düşüncem şöyleydi, eğer bir küçük ağaçsa gördüğüm silüet, bir süre sonra yine baktığım yerde olacaktı. Bana yaklaşan bir adamsa baktığım yerde olmayacaktı.


İçimden beşe kadar saydım ve birden baktım. Tam da düşündüğüm gibiydi gördüğüm şey küçük bir ağaçtı. Ses hâlâ oradan geliyordu ve hiç de yakınlaşmamıştı. Derin bir nefes alıp verdim ve kendime güldüm bir süre. Yine gözlerimin bana oyun oynadığını düşündüğümden emin olarak gördüğüm silüetin balkona yaklaşmasını izledim. Silüet gitgide daha açık seçik görünür bir hale gelene kadar gözlerimin bana oyun oynadığına kendimi inandırmaya çalışıyordum.


Sanki benim, onun varlığına inanmayı reddettiğimi anlamışçasına seslendi adam bana. “Bu kadar sinirlendiğin her neyse boş ver. Değmez şu kısa hayatta.” dedi adam. Yüzü tam seçilir bir yakınlığa gelmişti. Balkonun hemen önündeydi adam. Altı adım uzaktan bana bakıyordu. İnsanın içini ürperten bir suratı olduğundan mı bu kadar gerilmiştim bilemiyorum. Adam bana bakmaya devam ediyor bir cevap bekliyordu benden. O benden cevap beklerken ben de adamın suratını incelemeye koyuldum. Tarif edebileceğime emin değilim ama neden ürpertici bir yüzü olduğuna sizin karar vermeniz için deneyeceğim. Uzun bir suratı vardı. Bu uzun suratla uyum sağlamak için mükemmel sivrilikte bir başka çene yapısı düşünülemezdi. Dudaklarının inceliğine uyum sağlamış kenar kıvrımları vardı. Bu kıvrımlar yukarıya doğru ne kadar kurnaz bir insan olduğunu vurgularcasına kıvrılıyordu adeta. Elmacık kemiklerine bakarak zayıf bir insan olduğunu kolayca anlayabilirdiniz. Yüzü o kadar kanlı canlıydı ki bu zayıflığın da düzensiz beslenmeden ötürü olmadığını düşünürdünüz. Gözlerinden daha çok burnunun üzerinde birleşen kaşlar dikkat çekici duruyordu. Bu kadar sinsi bir görünüşte tekrar gözlerine daha dikkatli bakmanızı sağlayacak bir neden veriyordu sizlere. Kaşları gözlerine dikkatli bakılmasın diye birleşiyordu ya da ben fazla önyargılı davranıyordum bu adama karşı. Gözlerinde fazla absürt bir durum yoktu. Sadece göz bebekleri olması gerekenden daha küçük görünüyorlardı. Saçlarının uçları beyazlamış, alnı fazlasıyla açılmıştı. Bir karış uzunluğu geçmezdi uzunlukları galiba.


Adam onu çok dikkatli inceliyor olmamdan rahatsız olmuş olacak ki yanıma gelmek için harekete geçti. Yavaş ama büyük adımlarla balkonun girişine doğru yürüdü. Ben en köşede oturuyor olduğumdan otuz adımlık sürem olduğunu hesaplayıverdim hemen. Adam matematiksel hesaplarımı hiçe sayarak üç adımda gelmiş olmalıydı yanıma. Masanın hemen yanında ayakta duruyor ve bana bakıyordu. Artık soğuk soğuk terliyor olmamı anlayışla karşılıyordum.

Giyimi çok garipti adamın. Üzerinde bir redingot vardı. Işığın yakınına gelince renginin krem rengi olduğu ve kollarının geniş olduğunu fark etmiştim. Adam sanki 19. yüzyıldan fırlamış gibiydi. Redingotun içerisine giydiği gömleği özellikle diktirmediyse o kadar eski bir modelde gömleği bulabilmesi imkansızdı. Gömleğin yakalarının benzerlerini ancak eski yağlı boya portrelerde görebilirdiniz.


Adam elini uzattı. Yazdıklarımı görmek istediği düşüncesiyle kağıdı verdim adama. Bir süre hiç konuşmadan kağıdı büyük bir ciddiyetle okudu. Katılır derecede gülmesini bekliyordum ama o son derece ciddi bir şekilde okuyordu yazdıklarımı. Arada bir “hııımmmmmmm” sesi çıkartıyordu, o kadar.

Bütün yazdıklarımı okuduktan sonra kağıdı bana uzattı ve benden özür diledi. Sonrasında da büyük bir hızla konuşmasına devam etti.

-Neden özür dilediğimi merak ettiniz galiba. Merakınızı hemen gidermek isterim. Özür dilerim sizden çünkü kendimi tanıtmadım henüz ve bunun ne kadar kaba bir davranış olduğunu bilmem gerekecek kadar uzun bir süre yaşadım. Bana majesteleri diyebilirsiniz. Ben sizin burada sinirli bir uğraş verdiğinizi gördüm ve yardım edebileceğim bir durum var mı, onu sormak için geldim.


Kendisini majesteleri olarak tanıtmasından sonra ben boş bulunup güldüm. Bu kadar gergin bir durumdayken gülebildiğime şaşırıp hemen ciddiyete büründüm sonrasında. Ama gülmüş olduğum gözünden kaçmamış olacak ki konuşmasına biraz bu duruma bozulduğunu belli ederek devam etti.

-Evet genç adam. Majesteleri demek size komik geliyorsa bana başka bir isimle seslenebilirsiniz. İsim konusunu kafama pek takmam. Kendime bir isim vermiş bile değilim. İnsanlar bana ne demek istiyorlarsa ben de kabul ediyorum. Kötü isimler de var bunların arasında. Peki ben onlara kızıyor muyum? Hayır. Melun diyorlar bana. Benim için sorun değil. Benimle çıkar ilişkisine girdikleri zaman da bana majesteleri, kral, efendi dedikleri oluyor. Eğer kötü isimlere kızarsam iyi isimleri de mükafatlandırmam gerekir. Kimseye borçlu kalmamak için önemsemiyorum bu konuları.


Adam konuşurken sesi sinirli gibi çıkıyordu ama suratında o kendinden emin kurnaz ifade asla değişmiyordu. Gecenin karanlığında bu kadar ani gelişmemiş olsa saatlerce sohbet edecek kadar sıcakkanlı gelmişti adam bana. Görünüş itibariyle insanı korkutan bir tabiatı vardı ama konuşmalarıyla sanki beni etkiliyor gibiydi. İçimdeki o gergin soğukluk tamamen yok olmuştu. İlk karşılaşmamızdan bambaşka bir yakınlık hissediyordum ona karşı. Daha fazla tanımak adına ondan kendini daha iyi tanıtmasını rica ettim. O da dünden buna razıymış gibi konuşmaya girişti birden.

-Seni biraz korkutacağını düşünmeseydim en baştan tanıtmak isterdim kendimi. Ama insanların nasıl karşılayacağını hâlâ tam olarak bilemiyorum. Bana vebalıymışım gibi davranıyorlar. Halbuki hepimiz biliyoruz ki insanlar veba yayarlar. Bir insanın hiç sahip olmadığı bir hastalığı onlara bulaştıramam. Eğer hastalanmışlarsa zaten onlar daha önceden bu hastalığı içerilerinde taşıyorlardır. Ah ah tekrar özür dilerim, yine kendimi tanıtmayı unuttum. Adımı daha önceden duyduğuna eminim. Kimileri beelzebub der bana, kimileri diabolos, diabulus, diablo, satan, iblis falan filan fişmekan. Son cümlesinin beni buradan olabildiğince uzağa kaçmaya ikna edeceğini düşünürdüm. Ama öyle olmadı. Olduğum yere çiviyle çakılmış gibi yapışıp kaldım. Bunu fark eden majesteleri konuşmasına devam etti.

 

-Ben insanlara yardım etmek için varım. İnsanlara yardım etmek için yaratıldım ve bunu sonsuza kadar yapmakla lanetlendim. Evet, sizin bildiğiniz kadar siyah ve beyaz değil hikaye. Hatta siz hikayenin en uçlarından başka hiçbir şey bilmiyorsunuz ama buraya hikayeyi anlatmaya gelmedim. Buraya sana yardım etmeye geldim ve edeceğimi de göreceksin.


Majestelerine, nasıl yardım edeceğini sordum. Yazarlık hakkında ne yapabilirdi ki? Kaç kitap yazmıştı? Tanrı'dan başka hiç kimse bana yardım edemezdi. Bilindik dört tane kitabı olan Tanrı varken hiç kitap yazmamış majestelerine kalmıştık. Majesteleri beni bir kez daha şaşırttı. Sanki kafamdan geçenleri okuyormuşçasına bana dikkatle bakarken tek kaşı birden çatıldı ve bir oğlak boynuzunu andıran şekle büründü. Sonra pis bir gülümseme denecek şekilde gülerek kendinden emin surat ifadesiyle konuşmaya başladı.

-Ah, ah insanların bu cahillikleri beni bazen o kadar güldürür ki bu kadar gülebilecek zamanım olmadığı için sinirlenirim. Şu zaman kadar okuduğun bütün kitapları ben yazdım. Evet, yalan söylediğimi düşünüyorsun. Biliyorum, herkes ilk duyduğunda böyle düşünüyor. Şu an yaşadığın dünyada olan bütün ilerleme benim senaryom. Hatırlar mısın? Shakespeare ne demiş? “Dünya bir tiyatro sahnesi....” Bunu ona kim söyledi dersin? Tabii ki ben söyledim. Çünkü yazdığım senaryoları ona okuttum. O da bunu kendisine ilk söylediğimde o kadar çok gülmüştü ki sandalyeden düşüp saçlarını katrana bulayacaktı. En sevdiği şey saçlarıydı, saçları uzayana kadar depresyona girseydi kim bilir kaç eser kaybedecektiniz. Yine istemsiz bir şekilde güldüm. Gülmemi kamufle etmek için de söze giriştim.

-En azından senin yazmadığından emin olduğum dört dini kitap var. Bütün kitaplar demiştin ama yanlış hesaplamışsınız majesteleri.


İçten pazarlıklı sırıtışını yaparken aklımdan beni bu cümleyi kurmaya hazırlamış olduğunu düşündüm. Sanki adım adım bana bunu söyletmek üzere bir satranç oyunu gibi sohbeti yönlendiriyordu. Benim bunu düşünebilmem için bana tanıdığı süre boyunca suratıma bakıp pis sırıtışını sürdürmesi de bu kanımı güçlendirdi ve düşünme faslım biter bitmez söze girdi.

-Elbette onları da ben yazdım. Dinler olmasaydı uygarlık olur muydu sanıyorsun? Benim hükümdarlığım bir ormanda beş para etmez. Bir mağara adamı için ben tehdit olamam. Bir iş adamı için ben Tanrı'yım. Bir siyasetçi için ben vazgeçilemeyenim. Üzerine inşa ettiğim ataerkil medeniyetin içerisine sıkışmış bir kadın için her gün günah çıkartılacak kişi benim. Din adamlarının karnını ben doyurduğum için her gün bana dua ediyorlar. Siz cahil insanlar bir Tanrı'ya inanmasaydınız ben nasıl var olabilirdim? Siz insanlar beni kendinize yardım etmem için yaratmasaydınız bu medeniyet nasıl inşa edilebilirdi?


Ne kadar saçma da gelse söyledikleri, sanki bildiklerimi bana söylüyormuş hissine kapılmaktan kendimi alamıyordum. Bunu fark ederek daha da hararetli konuşmaya devam etti.

-Kitapları ben yazdım. Çünkü bana ihtiyacınız vardı. Beni siz çağırdığınız ben de size hizmet etmek için var oldum. Siz geri dönüşü olmayan bir yola çıkmayı kabul ettiğinizde ben bu yolun çabuk yok oluşa gideceğini biliyordum. Bundan dolayı size bir kıyamet günü senaryosu bile verdim. Dünyayla ilişkinizi tamamen kesmek için cennet ve cehennemi inşa ettim. Cennet sizin bir hayvan gibi yaşadığınız dünyayı temsil ediyordu. Cehennem ise tamamen düzenli, istikrarlı, asla aksamayacak kadar sıkı kontrol edilebilen makineleşmiş bir dünyayı.


Bütün söyledikleri karşısında büyük bir dehşete kapılmış, gelecek tahayyülünde kendimi kaybolmuş hissediyordum. Bunu sezinlediğine emindim. Ona dehşete düşmüş gözlerle baktığımda şimdiye kadar yüzünde hiç görmediğim bir suçluluk ifadesine denk geldim. Sahibini kızdırdığını bilen bir köpek suratı kadar masumdu yüzü. Eğer bir köpek gibi viyaklasa yanına gidip kafasını okşamaktan çekinmezdim. Daha fazla dayanamayıp, benim, bu korkudan buz kesmiş ruh halimi dağıtmak için olacak, asıl konumuza döndü.

-Yazarlıktan nerelere geldik. Ama seni inandırabilmek için başka bir yol göremiyordum. Bir kere daha özür dilerim senden. Mesela kitaplarının arasına göz attığımda gördüğüm Poe.

Çok sevdiğim bir yazardan bahsediyor olması gerçekten bütün dikkatimi cezbetti ve tamamen korkumu unutup onun ağzından döküleceklere odaklandım.

-Poe da sevdiğim bir yazardı. O kadar bu işe yatkındı ki ben olmasaydım bile bir şeyler yazacağına eminim. Sen okuyor olmazdın tabii. Muhtemelen bir kitap haline bile gelmezdi yazdıkları. Seni korkutmamın özrü olarak sana onu biraz anlatıyım.


Arkasını döndü bunları söyledikten sonra. Biraz kapıya doğru yürüdü ve kafasını iki yana sallayarak asmanın uzunca bir dalını kopardı. Elinde duran asmaya uzun uzadıya bakındı. Sabırsızlıkla Poe’nun hikayesini bekliyordum. Kafasını önüne eğdi ve asma yaprağını uzun uzadıya incelemeye başladı. Sonra aniden bana doğru olduğu yerde döndü ve konuşmasına orta yerinde daldı.

-Bir gün Poe, bana bir başkasıyla konuşurken rastladı. Yanımdan asla ayrılmamayı kafasına koymuş gibiydi. Bir restorana girdim, benimle geldi. Saatlerce restoran sahibiyle boş sohbetler yaptım, bir kedi gibi köşede kıvrılıp beni dinledi. Bomboş arazide saatlerce yattım, o da yanımda yattı. Gerçekten adamın azmine hayran kalmıştım ve bir gün ona ''Eğer majesteleri olmasaydım sen olurdum.'' dedim. O da bana ''Eğer Poe olmasaydım bir vaşak olurdum.'' dedi. Beni çok etkiledi bu sözü. "Neden Poe olmasaydın majesteleri olmuyorsun da basit bir hayvan oluyorsun?" diye sordum. O da bana ''Neden Tanrı olmuyorsun da Poe gibi basit bir insan oluyorsan, o yüzden.'' dedi. Gerçekten de neden Tanrı olmamıştım da kendimi gerçekten olmayan bir gücün karşısında konumlandırmıştım? Ah, ah bu soruyu bana Poe sormasaydı dünya bu kadar uzun süre ayakta duramazdı. Muhtemelen de cevabı bulduğum zaman artık dünyayla işim bitecek.


Yine dehşete kapılmıştım ama Poe’nun hayat hikayesi beni daha çok cezbetmişti. Majestelerine Poe’ya nasıl yardım ettiğini daha detaylı anlatmasını söyledim. O da iç çekip anlatmaya başladı.

-Ben fazla bir şey yapmadım. Ona artık gitmem gerektiğini söylediğimde bana tekrar ne zaman karşılaşacağımızı sordu. Ben de ona dışarıya çıkıp beni aramasını söyledim. Benden söz vermemi istedi. Hahah, düşünsene yalanın ustası olarak tanınan birinden söz vermesini istiyorsun. Ben de ona aradığını bulacağına dair söz verdim. Onun aradığı asıl şeyin ben olmadığımı biliyordum. O yazmak istiyordu. Beni aradığı her seferde de yazacak bir sürü şey buldu. Şimdiye kadar sözünü tutan tek kişi benim. Ne zaman Tanrı sözünü tutmuş? Var olmayan biri nasıl sözünü tutabilir ki? 


Çok fazla konudan saptığını düşünüyordum ve bu sıralarda sözünü kesme gereksinimi duymaya başladım. İlk atılımımı da gerçekleştirerek Poe’nun hikayelerini nasıl bulduğunu sordum.

-Bazen sokaklarda dolaşırken suratına çarpan bir gazete parçasından. Bazen dağları izlerken, bazen kalabalık insanların içerisinde dolanırken. Çoğunlukla sessiz ve ıssız yerlerde iliklerine kadar korkarak soğuk terler dökerken. Yazmaya o kadar büyük bir yeteneği vardı ki bulduklarının çoğunda hiçbir katkım yoktu. Sadece ona ilk adımını nasıl atacağını ben gösterdim. Yazmak için değil tabii ki yazabildiğini diğer insanlara göstersin diye.

Büyük bir heyecana kapılarak ''Peki nasıl gösterdin?'' diye bağırdım. Hiç şaşırmadı bu heyecanıma ve aynı konuşma tonunda devam etti.

-Şöyle ki, diğer yazarların kendisinin olduğu kadar yetenekli olmadığını bütün insanlara kanıtlaması gerektiğini söyledim. O da bütün bir kariyeri boyunca buna uğraştı. Aslında, Poe’nun yaşadığı zamanda bulunduğu ülke tam bir hayal kırıklığı. Zamanı boş ver, bulunduğu kıta bir yazar olmak için bulunulabilecek en kötü kıtadır.


Bir kez daha gülmek zorunda kaldım ama hemen arkasından sorumu sordum. ''Peki Afrika’da olsa daha mı ünlü olurdu?'' Dedim. O da gülümsemeye başladı ve bu sorumdan çok daha memnun olacağı bir cevap beklemiyormuş gibi bana baktı.

-Hahaha, Afrika’da olsaydı bir tanrı olurdu. Köleliği savunan bir adamdan kölelerin tanrısı olup bütün dünyaya nam salan bir zincir kıran yaratırdım ondan.


Bunu söyledikten sonra uzun bir süre uzaklara daldı. Bu daldığı sürede büyük bir ihtimalle hiç farkında olmadığını düşündüğüm bir davranış sergiledi. Elinde uzunca bir süre tuttuğu asma dalının yapraklarını büyük bir kızgınlıkla kopartıyor yere bırakıyordu. Asma yaprağı bittiğinde ise yaprağın bulunduğu küçük dal parçacığını tırnaklarıyla kesip hızlı hızlı asıl kalın dala geliyordu. İşi biter bitmez bir başka yaprağa seri bir hareketle geçiyor ve aynı işlemi o yaprakta da yapıyordu. Bütün bir asma dalını tamamen parça parça edene kadar onu izledim.

En sonunda kendine geldi ve feci bir şekilde utanmış bir görüntüye büründü.

-Benden bu kadar. Gerisi sana kalmış.

Bu söylediklerini duyunca ben aşırı bir tepki verdim.

-Ama daha ne yazacağımı bilmiyorum ki!


Uzun uzadıya bana baktı. Benim kendi kendime düşünmemi istediği aşikardı. Kendi yolumu kendim bulmamı istiyordu. Ben bundan hiç emin değildim. Bunu ifade etmek için birkaç adım attım ona doğru. Majesteleri elini kaldırdı ve dur anlamında bana doğru uzattı.

“Bu geceyi yaz.” dedi ve arkasını dönüp hızla uzaklaştı. Arkasından onun uzaklaşmasını izlemeyi ne kadar istesem de yazma tutkuma engel olamayıp hemen masaya kuruldum. Büyük bir iştahla konuşmalar zihnimde hâlâ tazeyken yazdım. Bütün kurduğu kelimelerin etkisi hâlâ üzerimdeyken hepsini kağıda hızla döktüm. Yaşadığım geceyi birebir aktarmak için o kadar hızlı yazdım ki bunları kağıda, tekrar gözden geçirmeyi asla istemedim. Çünkü hafızamın beni yanıltacağını ve aslında olması gerekenle olanın yerini değiştireceğimi adım gibi biliyordum.


Sabah uyandığımda yazdıklarımın üzerinde kendimi uyur bir halde buldum. Bu hikaye basılana kadar da olanları, olması gerekenlerle değiştiririm korkusuyla asla okumamak üzerine yemin ettim. Bir rüya mı gördüm yoksa gerçekten yaşandı mı? Bu konuda düşünmeyi de kendime yasakladım.