Hayatın olduğunu bilen çocuk zamansız bir çölde yaşar. Çöldeki kum tepelerinin birinin ardında oyuncak bebeğiyle oynar, gözüne giren kumlara aldırmaz, sonsuzluğa uzayan sarı boşlukta yitip giden insan karanlığını tararken bir tanıdık görme umudunu hep canlı tutar.
Zamansızlıkta bir üniversite şehrinin yaşlı çamları çıkar karşısına. Ağaçsız bir bina ormanının korunaklı duvarları ardına sığınmış belki yüzlerce ama bine ulaşmayan yaşlı ağaçlar, estetik değerleri gelişmemiş insan kalabalığının, ihtiyaçlarını giderip kendilerine değer vermesini bekleyip durur.
İnsanın kendi ihtiyaçlarını bilip onları giderebilmesi, bunun ardından hayatı yaşanılası kılan güzelliğe kapılarını açması ne kadar sürer bilinmez ama çöldeki çocuk, içinde taşıdığı taş heykel bilgeliğiyle bebeğinin saçlarını tararken bunun gerçekleşeceğini bilir.
Zamansızlığın içinde yanıp sönen ışıklar çocuğu yontar, bu ışıkların kimi en gizli yerdeki bir cana dokunur, kimi bir kapıyı kapatır… sonsuza kadar? Kesin ifadeler çocuğa göre değil. Üstelik zamansızlıkta sonsuz da ne! Hep yalnızca şu an yok mu?
Çölde kum fırtınası derin koyakları kumla doldururken çocuk, heybesine doldurduğu gereçleriyle gözü kapalı bekler.
Yeni oluşan çölün bir köşesinde kendine yer bulan çocuğun ilk dikkatini çeken şey, sarı sonsuzluğun üzerindeki kimi gölgeler olur. Çölün göğünü maviye boyayan kuşlar gibi onlar da o sarı sonsuzluğu renklere keser.
Şu an’ın içinde yaratılan yepyeni dünyanın çocuğa göre yeniden karılan kağıtları, çocuğa tanıdıklık, anlayış vadeder. Eh bu da bunca sonsuz kumun var olduğu zamansızlıkta sonsuz sayıda varlığa vadedilenin çok üzerinde bir kazanım değil midir?
El yordamıyla yaşadığımız bu hayatı anlamlı kılan canlar iyi ki geldi çocuğun hayatına.