Kendime geldiğimde yerde yatıyordum. Kaç saattir bu haldeydim, bilmiyordum. Salonun tam ortasında yığılıp kalmıştım. Gözlerimi açtığımda gördüğüm ilk şey televizyon oldu. Sesi sonuna kadar kısılmış olan, 37 ekran tüplü televizyonda gece haberlerini sunan kadın spikerle göz göze geldim. Bir an için spikerin dudağını okumaya çalıştım, pek de başarılı olamamıştım. Sadece farklı cümlelerin içerisindeki birkaç harfi doğru tahmin edebilmiştim. Harfleri yan yana koyduğumdaysa anlamlı bir kelime çıkmamıştı zaten ortaya.Yerden doğrulmak için harekete geçtiğim an tüm vücudumda keskin bir acı hissettim. Kendimi hiç hareket ettiremeden olduğum yerde kalmaya devam etmiştim. Kalbim iki saniye öncesine kıyasla iki kat daha hızlı atmaya başlamıştı. Neler olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ne bu duruma nasıl geldiğimi hatırlıyordum ne de bu hale düşmeden önce neler yaptığımı. İçimi birden korku kaplamıştı ve bir duygunun insanın içinde bu kadar hızlı yayılışına ilk kez şahit olmuştum. Kafamda yüzlerce düşünce birbiri arkasına belirmeye başladı.Tüm düşüncelerim birer soru içeriyor fakat bilincim bu soruları yanıtlamama izin vermiyordu. Durup sakinleşmem gerekiyordu. Belki de kısa süreli bir şokla beraber hafıza kaybıyaşıyorve felç geçiriyordum. O an gözüm televizyonun saatine takıldı. Saat 02.58’i gösteriyordu. Gecenin karanlığında evi televizyonun ışığı aydınlatıyordu. Halının yünü yüzüme batıyor, tarifi olmayan bir kaşıntıya sebep oluyordu. Tüm bu olanlara rağmen beni huzursuzluğa iten şey, başıma ne geldiğini hatırlayamamamdı. Belki bir rüyanın içindeydim. Zaten böyle şeyler genelde rüyalarda olmaz mıydı? Birazdan uyanacak ve bu sefer rüyamı hatırlamaya çalışacaktım. Sonra da rüyamı sırf laf olsun diye birisine anlatıp onun yapmacık şaşırma mimiklerini izlemek zorunda kalacaktım.“Neden hiç konuşmuyorsun?” diye soran insanlara “Dinlemesini bilmediğiniz için” demek yerine “Bugün rüyamda ne gördüm biliyor musunuz?” diyerek lafa girmek güzel bir geçiştirme yöntemiydi bence. Zaten yine ne anlattığımla ilgilenmeyip kendi rüyalarını anlatmak için söz sırasını bekleyeceklerdi. Kendimi kandırmak anlamsızdı, oysaki yaşadığım her neyse gerçekti. Tekrar tekrar kalkmak için harekete geçmeyi deniyor ve yine aynı acıyla olduğum yerde kalıyordum. Keşke perdeyi açık bıraksaymışım, diyordum içimden.En azından gökyüzünü seyrederdim, diye düşünüyordum. Televizyonun sesini kısmasaymışım diye yakınsam da en son duyduğum sesi bile hatırlayamıyordum.Anlıyordum ki hatırlamak unutmaktan daha zor bir işmiş. Kızıyordum kendime, bu zamana kadar unuttuğum tüm şeyler için. Hepsini tekrar hatırlamak istiyordum. Söz veriyordum bundan sonra hiçbir şeyi unutmayacağıma dair. Yeni bir hayata başlama umuduyla tüm geçmişini unutmak isteyen insanlara acıyordum. Gerçekten akıl karı mıydı yeni bir hayatı unutulanların üzerine kurmak. Unutulan her şeyin aslında evrende bir yeri vardı. "Bu bize evrenin bir mesajı" dediğimiz durumlarda karşımıza çıkan şey her neyse aslında unuttuklarımızdan ibaretti. Evrende hiçbir şey askıda hükümsüz değildi.Saat iyice ilerlemiş, gece haberleri bitmiş ve güneşin doğmasına az kalmıştı. Çırpınmayı çoktan bırakmıştım. Eski bir apartmanın beşinci katındaki küçük bir dairede saatlerce yere yığılmış bir şekilde can çekişiyordum. Ruhum bedenime sığmıyordu artık. Yok olup gidiyordum. Beni hatırladıklarım değil,unuttuklarım yok ediyordu. Bilincimi tamamen kaybediyordum. Bedenimin çürüdüğünü hissedebiliyordum. Güneşin kendini göstermesiyle beraber dünya aydınlanırken ben de karanlık bir nokta olarak kalmıştım. Evet duyuyordum müziğin sesini, kulaklarımda çınlıyordu.Porpora’ydıbu,'AltoGiove' çalıyordu. İçimden eşlik ediyordum. Ruhum yükselirken bedenim derinliklereyolculuk ediyordu.