Uzun zaman oldu, umut ederek uyanamıyorum. Gözüme düşen ya da ellerimle sarıldığım bir amaç beni çoktan bırakmış. Baş ağrısı ya da kaçmak istediğim gelecek gerçeği... Evet, bir gün gelecek. Ne kadar kaçmak isteyip kabul etmek istemesem de tüm varsayımlar bu yönde.

Dudaklarımı ısırıyorum, bu esnada başım ağrıyor. Olacak olan her şeyi biraz daha anlamlı kılabilmek için yaşıyorduk hayatı. Şimdilerde gizlenmiş bir özne gibi zaman ya da hissizliğe bölünmüş tik tak devinimlerini görevleştiren bir ezber gibi. Bunu bozamayız.

Sarılıp uyanmak hissi olmalı bu. Her ne kadar bu diyarları terk etmeye başlasam da içimde varlığımı var eden düşünceler olması gerekenleri bana yaptırmak istiyor. Tüm gereklilikler ve bir adım ötesinden gelen idealler beni birazcık kısıtlamak zorunda. Maalesef bunlarla baş etmek yaşamak kadar yorucu.

Şimdilerde her hayale dalan bir düşünce bu. Hatta, daima olmak üzere beni bana anlatıyor. Duyuyor, görüyor muyum?

İşitmek bunları hissetmekle aynı değil. Dünyada her var oluyor olmanın yaşamak anlamına gelmediği gibi... Sonuçlar bizi nereye götürürse götürsün her nedeni bir kılçığa bağlamak kadar detaycı ve çıktığı yer olarak bir o kadar da uzak.

Yüksek sayılacak bir dağın tepesindeyiz. Bulutların arasında sayılmasak da yerin dibinden uzaktayız. Elimizde tuttuğumuz her şeyi bohçamıza bir zamanlar özenle yerleştirmiştik. Hiçbir telaş olmadan, kendimize yük edinmeden sıkı sıkıya sarılmış bir kahkaha eşliğinde ihtiyacımız olan her şey bizimleydi. 

Belki sonrasında taşımak yorucu geldi, belki de ihtiyacımız olmadığını anladık eksik saydıklarımızı. Neyin bizde olmadığını hiç sahip olmadan nasıl anlayabilirdik ki zaten? Bu tecrübesizliğimiz canımızı yakmış olmalı ki bulutların kahkahasına bir mahcubiyet doğurdu kızaran yüzlerimiz.

Yanaklarımız tombulcaydı, evet, hatta dişlerin gülümseyince parlayan güneş kadar güzeldi. Avuçlarına dolan bir koku gibi sinmiş bir deneyime dayalı büyümek hastalığı...

Sonraları sıyrıldık yukarılardan. Artık bulutların ne yaptığını göremeyecek kadar uzaktaydık. Gözlerimiz bağlı, ellerimiz dolu, kulaklarımızda ıslığa çalınan bir uğultu. Hesap etmediğimiz şeylerin üstesinden gelmek zorundaydık tekrar. En zoru da hiç bu tepeye çıkmamış gibi davranmak zorundaydık yeniden insanların arasına karışınca.

Biliyorum ki göz, yaşlarına çoğu zaman hasret kalabilir ya da hasret her zaman bizimle kalmak zorunda olan misafirdir. Ağırlamak ya da yokmuş gibi her şeye devam etmek perçinlenen Araf'a doğru uğurlar bizi.

Halbuki pek çok zaman biraz dahasında gizlidir. Yönlerimiz şaşmıştır, algılarımız değişmiştir. Dumlu beni duyuyor mu?

Nisan, bahara başladığını hisseder. Sıkışıp arasında kaldığı iki farklı çehrenin istediği görevleri yerine getirmekle yükümlüdür. Bunu taşıyamadığı zamanlarda bazen yorulup durgunlaştığı bazen de can atıp fırtınalara dönüştüğü olur.

Kollarım hiç olmadığı kadar güçsüz. Kafam hiç dolmadığı kadar karışık... Özlemini çekip hasret duyduğum tek şey dünyanın bana iddiasız olma özgürlüğünü sağlaması olmalı. Henüz zaman bu yansımasını göstermedi bana. Başını okşayıp tekrar onu mutlu edebilir miyim?

Hadi, başlıyoruz. Bir daire çizip devinimleri seyredelim. Koşalım kimseden kaçmadığımız için, yürüyelim arkamızdan koştukları için. Mendil arkamıza bırakılmış oldu. Sıra bunu avuçlarına bırakıp gözlerini seyre dalmakta...