İnsan alçak bir varlıktır, diye söze başlamak geliyor içimden. Tümcelerin anlamları, oluşları, göreceliliği olmasa bunu öyle yürekten, öyle başıboş bir hınçla söylerdim ki; devamında hiçbir izaha gerek kalmazdı. O tek cümle bütün varlığıyla sayfaya serilir, yazmak isteğimse o sayfada ebediyete kavuşurdu. Bütün bunlardan ötede bizatihi kendimin, ben denilen ve varlığımı ispatlayan her şeyin de o alçaklıktan payını aldığını eklerdim. Görürdüm bunu o tek cümlede, yalnızca kırk yıldan nasibini almış bir uyanışla değil, insanlığın seyriyle bakardım; neticede sadece bir insan varlıktım. Asırları geride bırakan ve dünyaya iktidarını yayan o yüce ya da alçak varlık: İnsan. Fakat insan neydi, şeyleri alçak ve yüce kılan görece neydi? Beni bir kapana kıstıran, bu umutsuzluk ve çaresizlik dalgasında savuran, düşünüyor olmanın, bilinçten bir nebze payını almanın getirdiği varlık ızdırabıydı. İnsana kıyasla daha yüce değildi, buna inanıyor ve bunu biliyordum; düşünme ve farkındalık yaratım için yegâne övünç olamazdı fakat en hakiki sanat eserleri, bilim, dünyayı sarsan ve değişimden nasibini alan birçok şeyin bu acılı eylemden beslendiğini de biliyordum. Bir filmde yazar evladını kaybeder ve daktiloya sarılırdı, o vakte kadar düşüncenin gücüyle beslenen kelimeleri bu acı yoğurur ve hafızasından silinmeyen an, kalıcı bir iz olurdu. Yaratım, bir sayıklamaydı; türü ne olursa olsun. Fakat bütün bunların amacı neydi? Düşüncenin gücü oradaydı lakin düşüncenin kendisi küçük bir sayıklamaydı çünkü döküldüğü varlık kalıbı kadardı.


Kalemi bıraktı. Şu hoyrat gecede, beton putların arasında sıkışıp kalmıştı. Yarım yamalak sandalyede oturuyor, bir şeye ulaşmaya çalışmanın büyüklüğüyle övünüyordu. Güldü. Ne arıyordu? Dahası ne bulunurdu, bu durmak bilmez unutuş silsilesinde durup bakmakta mıydı tüm yüceliği? “Kıyas olmasa yaşayamazsınız.” diye sayıklayarak sandalyeden bir uyuşuklukla kalktı.


“Acıyla yoğrulmakmış. Acıyı yoğurmaktır olsa olsa. Sanatçının bencilce duygu sömürüsüdür daktiloya sarılması, olan yalnızca sayıklayamayacak kadar sessizlikle kuşanana olur. Yazara kalan acıya susuz kalmışçasına tutunmak, mürekkebe dökmenin getirdiği ait olma halidir. Ona kalan artık saf acı değildir.”

Kendi kendine konuşmaksa asıl deliliktir, dedi yine gülerek. Yalnızlığı yalnızlığıyla katlayıp önüne kendini sermişti. Yapılacak ne vardı? Kapıcı Murat aşağıda yine durmadan konuşuyordu, anlatacak şeyleri ne çoktu. Hemen hemen aynı yaşta olmalıydılar fakat o evli barklı, çoluklu çocukluydu; hayatın kendisine sunduğu çizgiyi hiç bozmadan ilerletmiş kalabalık bir adamdı. Komşuların hallerinden, ülke sıkıntısından, geçim derdinden dem vuruyordur. Eşinin yemeğini övüyor, çocukların okul masraflarını tartışıyordur. Hatice Hanım sofrayı çoktan toplamış, çayını yapıp önüne koymuş, uyku vakti gelmiştir. Dönülecek bir yuvası, bekleyecek insanları vardır. Çocukluk günleri geliyordur bazen aklına, eve döndüğünde o günlerin sıcaklığını duyumsuyordur. Duyumsadığı için geçmişin yükü o kadar ağır değildir, içinde daima bir sıcak yuvası vardır. Bunaldığı, yalnız kalmak istediği hiç olmuyor mudur? Bir gün olsun konuşmamak, kabuğuna çekilmek, öylece günlerin geçmesini beklemek; dönülecek bir evin olmadığı, insanlarının bulunmadığı bir anı… İçinde hiç uyanmıyor muydu? Peki onun neden hiç…


Kapısı çaldı. Elindeki mürekkep lekesini çoktan eşyalara bulaştırmıştı. Durdu. Vakit epey geçti, bu saatte ona kimse uğramazdı. Hangi saatte uğrardı? İçini bir heyecan ve korku saldı. İhtimalleri düşündü. Yanlış çalınan bir kapıydı belki ya da verilecek önemsiz bir haberdi yalnızca. Unutulmuş bir dost veya sevgiliydi. Olmayacak kişilerdi bunlar; unutulmuş, unutulmaya değer ne vardı? Açmadı. Kim olduğuna bakmadı, bekledi. Yalnızca bir dakika daha çalarsa, onu bekleyecek kadar arayan biriyse… Ses kesildi. 


“Bir dakika ressam, eserinin önünde hayran hayran durdu. Gerçekten hayatın ta kendisi oldu, diye haykırdı. Gözlerini birden sevgilisine bakmak için çevirdi…”

Pencere kenarındaki koltuğa oturup sigarasını yaktı.

“Genç kadın ölmüştü.” dedi fısıltıyla.


Kapıcı Murat’ın sesi kesilmişti. Eşine sırtını dönmüş, alışılmış gecesinden huzur bulduğunu fark etmeden aklı hesaplarına dalmış, “Ne olacak bu hal?” diye sayıklamaktadır. Hangi hal olduğunun kendisi de farkında değildir çünkü onun insanları yanı başındadır, olan her şeye kayıtsızca bir uzaklık duymaktadır. Biricik olan tek şey sayılar, o sayıların etrafında dönen eylemler ve insanlarıdır fakat insanları da bir sayıyı temsil eder; bunun da farkında değildir. O artık yalnızca bir hesap makinesidir.

“Ya sen? Kendi etrafında dönüp duran, cihetinin yalnızca iç dünyasıyla sınırlı olduğunu bilmeden ona bir yücelik katan, kendine eğilip çarpan bir burgaçtan başka nesin?”

Elini ovuşturdu, mürekkep lekesi daha da genişledi lakin artık silikti. Kâğıda yazmaktan vazgeçemiyor, bunda bir çeşit ilkellik bulmaktan kıvanç duyuyordu. Kalemi ve kâğıdı, beton putların arasında kıymetli bir anıttı; kolaylık dünyasında zorlu bir emekti. Defterini alıp oturdu.


“Bir insan varlığı diğerinden ayıran karmakarışık varlık durumlarının yanında, aslında kesin bir sınır veya durum yoktur. Eylemlerin öznesi, tanıklığını güden tek varlık olmanın yükünde gülünç bir hal yok mudur? Şeyler öyle büyük, önemlidir ki… Oluşlar, devinimler ve unutuşlar; doğum ve ölümün arasında dolaşan gülünçlükten başka nedir? Bizatihi insandan, tek bir varlıktan bahsedememenin ızdırabını zamanda öğütülen oluşlarından çıkarmak, böylece birinin diğerinden hiçbir farkının olmaması, bununla alay ederek o ızdırabı dindirmektedir belki amacım. Düşünüyor olmanın, bu durumla tek başına savaş vermenin yükü başka nasıl dindirilir? Yalınlığın duvarları başka nasıl delinebilir? Doğmuş olmanın yükünü, aradaki kargacık burgacık insan olumu, ölümden başka anlamlandıracak ve dindirecek ne vardır? ”

 

Elleri titreyerek kalemi bıraktı. O dayanılmaz baş ağrısı gecenin içinde tekrar onu bulmuş, hayata katlanılmaz bir hal vererek bütün varlığını tekrar hissettirmişti. İlacını içmeyi unutmuştu. Kalktı, tabletten bir hap alıp yuttu. Canı sıkılmıştı. Yelkovan ve akrebin okları sanki bedenini parçalıyor, ne yapacağını bilemeyeceği bu uzun yaşamak meselesi gün geçtikçe küçük akislerle onu uyanmak istemediği uykusundan uyandırıyordu. İşi yoktu, iş ahlakı yoktu; bundan o kaçmış ve şu üç odalı eve sığınmıştı. Ölümüne değin yetecek parayı gençlik zamanlarında kurduğu işten fazlasıyla kazanmıştı fakat bir şeye mecbur olmak, bir dakika olsun o anda belirli eylemden başka hiçbir şey yapamamak onu deli ediyordu. İşini üniversite okurken çalışarak biriktirdiği parayla kurmuştu, fakirlikten gelip paraya ulaşmanın tatminiyle en başlarda bu meseleye aldırmamıştı fakat her günün aynı yaşayışları doğurduğu o anlar bir noktada öyle bir safhaya ulaşmıştı ki varını yoğunu satıp dünyanın olabilecek her halinden kaçarak mağarasına kapanmıştı. Bir kusur vardı, bir yanlış… Bir gedik olsun olmalıydı. Düşünmenin, yazmanın bir terbiyesi vardı; yapamıyordu. Sokaklarda dolaşmak, bir ana şahit olmak, kişilerde bulunmak… Şu gecelerin boyun bağı, bunalımı, etrafın zamanla yok oluşu, bir kelime edememek dahası etmeyi istememek… Güpegündüz mahpustu. Yine de yazmak meselesinden, yazmanın bizatihi kendisinden; ulaşılmayacağını bile bile dokunmak, kelimelerin suruyla hem kendine hem dünyaya sırtını dönmekten bir türlü vazgeçemiyordu. Belki de tek sebebi buydu. Sokaklarda dolaşmakta, bir ana şahit olmakta, kişilerde bulunmakta hep bir yansıma arıyordu; olan her şey yazılacak bir an, kişi ya da yerdi. Fakat mesele edilecek hiçbir şey kalmamıştı sanki, hiçbir şey onda bir yankı uyandıramıyordu. Bu nedenle baş ağrısından dahi nefret ediyor, onu kaleme ulaştırmayacak yaşayışlarından bunalıyordu. Nasıl Kapıcı Murat bir hesap makinesiyse o da bir daktilo makinesinden başka bir şey değildi. Dahası, o bile olamıyordu.


Defteri, kalemi bırakıp kendini koşar adım sokağa attı. Yaşamak, bu olamazdı. Gece uzundu, vakti kaderin izin verdiğince bükebilecek imkânı vardı. Durup beklemek değil, durup bakmak gerekirdi. Hava soğuktu, başındaki ağrı daha çok büyüyecekti. Gece karanlığında yıldızlar göz kırpıyor, şehir sessiz ve uysal uykusunda yeni güne hazırlanmayı bekliyordu.  Bir gediğe, göreceye, anlama gerek yoktu. Bir ana, kişiye, mekâna… İşte orada yürüyor, hayata bir noktasından tutunmaya çalışıyordu. Kapıcı Murat’tan, şu şehrin bir köşesinden yaşayan varlıktan bir farkı, bir aynılığı bulunması gerekmezdi; sürekli bir zıt aramak, yaşamı sömürmek, kaçmak gerekmezdi. Konuşmak, anlatmak, ulaşmak… Sadece gecenin içinde kaybolmak istiyordu.


Susulması gereken yerde susmalı, dedi içinden. “Gerekirse son anda tek cümle bırakmalı lakin susmasını bilmeli.”