Hava çok soğumuştu. Eve dönmek istiyordu ama onu bekleyen yalnızlığı, soğukluğu ve karanlığı istemiyordu. Bu yüzden biraz yürümeli ve ısınmalıydı. Evine doğru yola çıktı, en ücra yollardan giderek yolunu uzattı. Düşüncelerden ve düşlerden dolayı zamanın hızla akıp gittiğinin farkına varmamıştı. Saatlerce süren yürüyüşten sonra ısınmıştı ve evde onu bekleyenler (karanlık, soğukluk, yalnızlık) tamamen aklından çıkmıştı çünkü başka şeyler düşünüyor, düşlüyordu.


Eve dönmüştü. Uzun soluklu yolculukta hüngür hüngür ağlayarak kurduğu düşlerin hiç kimsenin yanından bile geçmemesi... Sonra gırtlağına takılan o cümle: "İnsan aptal olduğunu öğrenince eve döner hep." Her gün onu kapıdan çıkarken uğurlayan, akşam eve döndüğünde ise kapıda karşılayan karanlık, soğukluk ve yalnızlık karşısındaydı yine. Onlarla birlikte mutfaktaki ahşap eskitme masanın kütükten sandalyelerine oturmuş, sohbet ediyordu ve hatta bazı geceler karşılıklı sigara içiyorlardı. Sonra birlikte koyun koyuna uyuyorlardı. Misafirler hallerinden hiç de şikayetçi değillerdi, olmamaları gereken yerdeydiler. Misafir adetlerindendir.


Sabahları misafirlerle birlikte erkenden uyanıyor, pencereleri açıp derin bir nefes çektikten sonra pencereleri tekrardan kapatıyor ve perdeleri çekiyordu. Yüzünde hüzün vardı cebinde paketi. İçinde her zamanki dört adet sigarası vardı yanmayı bekleyen; sürekli gazını doldurup taşını değiştirdiği çakmağı... Nice acılara nice hüzünlere nice sevinçlere eşlik eden yanından ayıramadığı bir kişiliğe bürünen çakmağı... Bi' gözü kan doluydu bi' gözü ceset. Parmaklarının ucunda sigara kokusu... Yorgundu ama bir o kadar da enerjik olmak için sebep arıyordu. Misafirler bir dakika olsun yanından ayrılmıyorlardı. Duş alırken, yemek hazırlarken, yemek yerken, balkona hava almaya çıkarken ve hatta tuvaletteyken bile... Çok bağlı ve kalkmak bilmeyen misafirler...


Misafirler çok sıkmışlardı ve artık bıkkınlık veriyorlardı. Dayanamadı ve yine bir gece eve döndüğünde açık oturum yaptı misafirleriyle durumu izah etmek için. Yine ahşap eskitme masanın kütükten sandalyelerine oturdular ama bu kez davetsiz misafirlere söz hakkı verilmedi. Bir misafir daha vardı, davet edilerek gelmişti. O misafir onun beyniydi. Beyni ona artık çok yorulduğunu ve ıstıraptan çok neşeyi hak ettiğini ama bunları gerçekleştirmenin onun elinde olduğunu, dış dünyadan tamamen bağlantısını kesmesi gerektiğini, herkesle olan sorunlarını kafasında bitirmesini, kendini kişisel gelişimine adamasını söylemişti.


Beyninin söylediklerini harfiyen yerine getirdi. Bir sabah uyanmıştı ve misafirlerden hiçbir iz kalmamıştı. Beyniyle tek başına kalmıştı. Her gece gördüğü güzel ama gerçekleşme ihtimali bile olmayan rüyalardan hiçbirine rastlaşmamıştı o gece. Kapkaranlık bir rüyaydı ve artık rüya görmeyeceğini az çok kestirmişti. Artık rüyaları düşler aleminde değil gerçek alemde yaşayacağına inanıyordu. Açılmamak için renkten renge bürünen gözleri, her gün kaskatı kesilen gövdesi... Bu sabah hiçbir şey hissetmiyor, gözleri artık çipili çipili bakıyordu. Daha umutlu kalkıyor ve pencereleri ve perdeleri sonuna kadar açıyor, evin içerisi güneş ışığıyla aydınlanıyor, içerisi bahar kokusu ile doluyordu. Tabii kelebekler de onlarla birlikte geliyordu. Önceleri gün içerisinde su içmediği için içindeki çiçekler kurumaya yüz tutmuştu ama şimdilerde onları bol bol suluyor ve güneş ışığı ile besliyordu. Öte yandan bahar kokusu çiçek açtırıyordu.


Yalnız yaşıyordu ve artık yalnız yaşamayı yalnızlık olarak görmüyordu. Belki bi' gün o gelecek, sefil ruhunun karanlığına bir güneş gibi doğacaktı. Bir umuda, bir hayale aldanmış ruhu umutluydu. “Bir gün her şey çok güzel olacak.” derdi kendi kendine ve buna inanırdı ve bu olacaktı, beklemiyordu çünkü birdenbire büyük bir fırtına kopacağına inanırdı.