Komik bir yaşamdı bendeki. Aşkın kucağında yaşlanmış kırışıklık gibi trajediden çok komedyanın dünyasına yelken açmış dinozor gibi hissediyordum kendimi.

Evde tek başınalık. Ev dediğin bir yatak ve bir masa, eskimiş demirinde kir ve pas. Duvarlar sade sıkıcı beyazlık. Her mevsimde aralık duran bir pencere. İşte tam orada yatağımda uzanmış sigaramı içerken hayatın üstüme bocaladığı kaderime hayıflanırken bir ışık süzmesi parladı odamda.

“Ne oluyor lan!” Dedim. Başka ne denebilirdi ki. Odam, benim kederli şatom içerden fethedilmişti. Aşırı sinirim bozuldu. Pek kendimce keyifsiz bir yaşamı bile becerememek, düşüncelerimde büyüttüğüm sessizliğe hükmedememek muhteşem sinirimi bozmuştu.

“Burası tanının evi mi?” dedi. Bunu diyen sesten önce bir ışık, renkler ve gözümü kısıp açana kadar beliren bir herif vardı karşımda. Sakalı çıplak vücudunun tamamını örtüyordu. Siki bile belli değildi sakalından. He, bir de kaslıydı herif. Sanki aradığı tanrısıyla güreşmek istermişçesine bir izlenim bırakmıştı bende.

“Ne tanrısı, yanlış adres birader.” Sakin bir şekilde cevap vermeme şaşırmıştım. Her günün sıradan günü... Böyle hissettirmişti.

“Baksana hele, o puşt tanrı gelirse aradığımı söyle ona olur mu?”

“Söylerim.”

“Al bu kartım, alo demen yeter.”

“Eyvallah,” deyip karta aldım iri ellerinden. Beyaz bir şeydi. Herif daşak mı geçiyordu benle anlamadım. İlk okul çocuklarının, boyalı kaleminden çiziktirdiği, zor okunan bir telefon numarası vardı kağıtta, sorgulamadım..

“Neyse ben kaçar. Yapacak çok iş var,” dedi ve kaslı, kocaman kollarını öptü. Manyaktı bu herif.

“İyi çalışmalar,” dedim bende. Başka ne denir ayıkamadım.

“Hayatla dövüşürsen pandik yemeyi göze almalısın. Bunu unutma.”

“Ne?”

Herif geldiği efekli şovuyla odamda parlayıp gitti.

Piç kurusu diye düşündüm. Bir de akıl veriyor.

Ertesi sabah işte makine bozulmuştu. Elim yüzüm yağ içinde tamire tutulmuştum. Kadın donları üreten bir fabrikada makinelere bakan heriftim ben. Arada arza çıkar tamir ederdim. Çoğunlukla ise demli çayımla sigaramdan otlanırdım.

Makineyi saatler sonra tamir etmeyi becermiştim. Patronum kısa kollu gömleğiyle kaybettiği paraların acısını yaşıyordu. Her bir saniye paraydı puşt için. Zamanı bizden farklı yaşıyordu herif. Saygı duydum.

Eve geldiğimde makineyi bozan mor külotu düşünüyordum. Çarklara sıkışmış, biraz yırtılmıştı. Koleksiyonuma renk katacaktı. Keyifliydim anasını satim. Bazen hiç bir şey çıkmaz ve otuz birsiz bir gecede düşünmekle kendime eziyet eder dururdum. Hoş şeyler değil bunlar.

“Hey ekmek aldın mı,” dedi bir kadın sesi.

“Ekmek değil aptal bisküvi olacak,” dedi sinirli bir ses. “Çayla ekmek mi kemirilir?”

Kafam fena karışmıştı. Bir oda ve bir mutfağı olan ucuz, intihar etmek isteyenler için tasarlanmış gibi hava veren evimde iki yabancı duruyordu. Teki yaşlı bir kadın. Fantezi geceliğini giymiş burnun ucunda kocaman bir beni vardı. Diğeri ise herifin tekiydi. Bir antikacıdan yürüttüğüm çaydanlığımla kırık fincanıma çay döküyordu. Gençti, yakışıklı ve uzun boyluydu. Saçları parlıyordu, geri atılmış, elmacık kemiği ile çene hattı suratına tanrısal bir hava kattığının farkındalığı ile bana gülümsedi.

“Ee? Aşkımı duydun, ekmek getirdin mi?”

“Hey! Ekmek değil bisküvi aptal, daha yeni beni düzeltmedin mi adi herif!”

“Neyse ne be, kafa ütüleme,” dedi adam. Yatağıma uzanmış koca karının yanına gidip dudağına yapıştı. “Seni seviyorum biliyorsun.”

“Biliyorum elbette şapşal.”

Orada, elimde mor donun yanına iliştirdiğim ekmek poşetiyle ne oluyoruz bakışı atıyordum yabancılara. Sanki yabancı olan ben gibiydim. Sanki onlar bu evin sahibi, zamanı ve anılarını bu odada yaşamış, sevişip kavgaya tutuşarak zıkkımlanmışlar da uygunsuz bir şekilde basmış olan benmişim gibi hissediyordum.

“Siz kim oluyorsunuz?”

“Ne demek biz kim oluyoruz,” dedi adam. İtiraf edeyim adamın tehditkar ve tarik edici bir sesi vardı. Biraz tırsmıştım.

Sonra beraber, fena bir şakaya eşlik eden centilmence kahkaha atılar.

“Duydun mu, bize kimsiniz diyor.”

“Ah bu dünya da ne çok cahil insanlar var böyle, hala şaşırıyorum ayol.”

Biraz sinirlenmiştim. Çişim gelmişti ve ben kapımı açtığımdan beri varlıklarıyla beraber sözleriyle de beni eziklemelerine kaşlarımı çatmıştım artık. Bu iki oluyordu. Önce çıplak bir yabancı şimdide bu iki hergele.

“Biz Habil ve Kabil’iz,” dedi kocakarı. Bunu söylerken külotunu yukarı çekti kocakarı. Adamın takım elbise giydiğini yeni fark ediyordum. Siyah bir şeydi. Kravattı yeşildi.

“Siz de şu çıplak kaçık gibi tanrıyı mı arıyorsunuz?” dedim.

“He sen bizim Ademden bahsediyorsun,” dedi adam. Üstüme yürüdü. Boşta olan yumruğumu kapının ağzında sıkmıştım. Ters bir şey yaparsa suratının ortasına indirecektim. Öyle bir huzursuzluk veriyordu bana.

Adam bir karış karşımda dikilip bana baktı. Elini uzatıp elimdeki poşeti aldı. Oysa baya direnmek için sıkıca tutmuştum poşeti ama tutup alması bir olduğundan içime sindiremedim. Sanki ben poşeti vermişim gibi bir izlenim, bir rahatlık abidesi sergilemiştim, bakışlarıma bunu yansıttım. En azından öyle düşünüyordum.

Herif poşeti kurcalayıp mor donu çıkarıp baktı ve sonra ilgisizce zemine attı. Fena ayar olmuştum ama sesimi çıkarmadım.

Ekmeği kocakarıya verdiğinde tekrar çatlak fincana çayını doldurdu. Fincan hep akıtırdı. Masa şekerli çayın rengiyle koyulaşmıştı.

“Adem’e bulaşmasan iyi edersin. Kafayı şeytanı pataklamakla geçiriyor zavallı,” dedi kocakarı.

“Fena kas yaptı he bu arada dimi?”

“Bir de o maymunsu sakalına ne demeli.”

“Bir ayıyı tek eliyle böldüğünü duydum biliyor musun?”

“Benim duyduğum başka şeylerdi. Garibim Hava’yı şeytanı yendiği gün tanrıya kurban etmek için kafese koymuş.”

Bilmediğim, anlamadığım ve ne bok olduğunu çözemediğim bir anın içinde benim ekmeğimi, çalışarak, didinip patronumun götünü yalayarak edindiğim emek gücüm karşılığında aldığım ekmeği, benim çayımla içmelerine deli içerlemiştim.

Kocakarı ekmeği bir lokmada yemişti. “Kabil, canım sıkılmaya başladı. Şimdi bizim İsa yine vücuduna sigara söndürüyordur. Gidip şu salağa sataşmak geliyor içimden,” dedi.

“Ya sen onu boş ver de şu Lilith’in genel evine bir uğrayalım ne dersin. Sıcak bir banyoya ihtiyacım var doğrusu.”

“Bana uyar.”

Takım elbiseli herif, Kabil, elini ceketinin içine soktu ve bir taş çıkardı. Olacaklarını anlayana kadar olacaklar olmuştu. Taş dört duvar odada gölgesini bile göremeden yukarı kalkıp indi ve kocakarının kafatasını parçalayıp etrafa kanlar fışkırtı. Sonda bir ışık ve parlama oldu.

Gözlerimi açtığımda ekmek kırıntısı, çatlak fincan, ve duvarları boyayan kırmızı kan vardı. He birde yerde mor külotum... Adi heriflerden iz kalmamıştı.

Duş alırken çok hızlı bir şekilde otuz birimi çekmiştim. Mor külota rağmen rutin ve zevksiz bir otuz birdi.

TV karşısında futbol falan izledim. Duvarda ki kanları silemeyecek kadar üşeniyordum. Aklım ise olan şeylere anlam üretemeyecek kadar salmıştı kendini.

Bende uyudum.

Uyandığımda bir çocuk gördüm, gözlerimi kamaştırıp tekrar baktım, evet, bir çocuk. Asmalı bir şort giymiş çizgili tişörtün üstüne aval aval bana bakıyordu.

“Ulan otel mi bellesiniz evimi, siktir gidin lan!” Deyip elime geçirdiğim, ki bu mor külottu fırlattım. Çocuk suratından külotu itinayla alıp iki küçük parmaklarından serbestçe bıraktı.

“Çok terbiyesizsiniz.”

“Evime davetsiz giren siz puştlara ne deniyor o zaman,” deyip lafı ağzına sokmuştum.

“Nasıl baktığına göre değişir. Kocaman bir yaşam, sessiz bir yıkım ve yaratılışın kırıntılarına bakmak istiyorsan karşında. Diğer yandan gürültülü komşularından bir farkı olmaz dimi?”

“Ben ne tanrıyı arıyorum ne de dedikoducu komşuları, rahat bırakın beni!”

“Tuhaf, senin gibi beni istemeyenler hep ilgimi çekiyor.” Bu çocukta bir bokluk vardı. Öfkenizi sakin sulara çekip sessizce hürmetinden faydalanmak istemenize yarayan bir şey, be his yayıyordu. Sesi yaşından farklı gösteren tonları vardı. Aşırı sinirim bozuldu.

“Şimdi sende başıma tanrı kesilirsin,” dedim ve o an koca sakallı herif, Adem mi ne Allah’ın cezası parlama efekti ile belirdi tekrardan.

Her yerinde kan falan vardı. Suratında öfke, nefret, ne bok ararsan vardı. Ve iri kaslı ellerinde boynuzlu kırmızı birisini tutuyordu.

Bizim çocuğun önüne atıp, “Kim daha güçlüymüş bakim,” dedi. “Beni kandıran cezasını çeker.”

Çocuk hiç etkilenmiş görünmüyordu. Adem denen kıllı herife bakıp “Kanıtladığın tek şey ne kadar zayıf olduğun,” dedi. Ağır laf sokmuştu velet.

O kocaman sakallı herifin ağladığını görmek içimi burkmuştu. Belliydi bir şey olma isteği. Çocuk ise bana dönmüştü.

“Görmek istediğini kendinden gizlersen ne görürsün.”

Sonda yine bir ışık efektleri falan derken odamda yalnızdım.

Saatimi yokladım. Sikerler işe geç kalmıştım. Her zaman yaptığımı yapıp hızlıca, apar topar üstümü giyip bir bahane sıkarak patronuma vida sıkabilirdim. Ama yapmak istemedim. Fena uykum gelmişti. Canım sıkkındı. O çocuğun söyledikleri kafamda yankılanıp duruyordu.

Rüyamda Lilith’in genel evinde tuzlu bir kadınla beraber sevişiyordum. Sonra kadın üstümde zamanın izlerini taşır gibi değişip anneme dönüşmeye başlamıştı. Eve gelen sayısız adamların ellerinden aldığı parayla, bana gülümseyip iç çamaşırlarıyla odaya kapandığı anları hatırlatmıştı bu imge. Kadın, hayır annemi fırlattım bir yana ve uyandım.

Terler içi

nde çayımı yapmak için mutfağa yollandım.

Acıkmıştı.