Okuyacağınız öyküde tetikleyici unsurlar bulunmaktadır.



Hayat, insanları nasıl birleştirir?

Minicik kum tanelerinin santim santim oluşturduğu yollar kesiştiğinde, tesadüflerin insafına sığınır insan. Köprünün bir ucu, elbet omzuna dokunur. Yanından geçecek olanı seçer kader, senin yerine. Sana düşen, sadece önündeki senaryoyu oynamak olur...


***


Yıkadığı çamaşırlarını avluda asarken yellenen çamaşırlar arasında koşarak oynayan çocuklara sevgiyle baktı Nesibe. Bir yandan birbirlerini kovalıyor, bir yandan da bembeyaz çamaşırlara kirli ellerini süre süre kadının gözünün içine bakıyorlardı. Nesibe, hiç kızmadan seyretti çocukları. Bu mutluluk tablosuna daha fazla dayanamayan kadın, kendi çocuğuna tahammül edemezken onun sakinliğine ve anlayışına sinir olmuştu.

— Aman be sen de, sinirlerini mi aldırdın ne. Baksana ne hale getirdiler canım çamaşırları. Patlatsana birer tane kafalarına.

— A aaa, neden vurayım çocuklara. Oynuyorlar işte. Ne yapacaklar bu dört duvar arasında, sıkılıyor garibanlar.

— Sıkacağım ben onları şimdi, bak yaa ne oldu çamaşırlar.

— Boş ver Asiye, olan çamaşıra olsun. Yine yıkarım. Zaten başka ne işimiz var ki, zaman geçer hiç olmazsa...


Asiye, çocuklarına birer tane patlatmadan hırsını alamadı. Hapishaneye düştüğünde birini karnında, diğerini eteğinin ucunda getirmişti buralara. Ufaklık ağlarken bir yaş büyük olanı koca siyah gözlerini aça aça Nesibe'ye bakıyordu. Hemen her gün aralarında bu oyunu oynarlardı. En önce kim gözlerini kaçırırsa, karşıdaki ona bir soru sorma hakkı kazanırdı. Yine bilerek Nesibe indirdi gözlerini çamaşırdan ıslanmış ayaklarının dibine ve çocuk gelip sordu:

— Nesibe, sen neden buraya geldin?


Çocuk hep aynı soruyu sorardı. Ama oradaki diğer kadınlar gibi “neden düştün” demez, “neden geldin” diye tekrarlardı hep. Sanki Nesibe'yi kırmamaya, incitmemeye çalışır gibi bir havası vardı. Soruyu duyan Nesibe, her defasında ilk günkü gibi gözleri ufka kilitli, "kocamı öldürdüm" der ve yaz kış giydiği yeleğine sımsıkı sarılırdı.


Zerre kadar düşünmezdi kocasını ya da onu öldürdüğü anı. Çünkü bunu, iliklerine kadar hak ettiğini düşünür, dünyayı bir mikroptan kurtarmış olmanın garip gururunu yaşardı. Onun gözlerindeki bu ışığı gören çocuk da güç alırdı sanki Nesibe'den. Özenirdi, ''Keşke benim annem sen olsan.'' der gibi dolanırdı eteklerinde. Nesibe de ona, ''Sen de keşke benim oğlum olsan da yanımda dursan, her gün çamaşırlarımı batırsan.'' diye bakardı için için.


Hikayesini kimselere anlatmamıştı Nesibe. Çocukla aralarındaki bu oyun, koğuştaki diğer kadınlara da heyecan olmuş, “ha şimdi anlatır, ha şimdi” derken, beklemekten sıkılanlar, çocuğa, “Neden öldürdün?” diye sorması için rüşvet teklif eder olmuşlardı. Ama çocuk ikinci soruyu hiç sormadı. O küçücük yüreğiyle, Nesibe'nin hikayenin ne kadarını anlatmak istediğini biliyor gibiydi. Annesiyse oğlunun bu denli düşünceli haline aldırış etmez, hatta içten içe bu ikilinin sevgisini kıskanırdı.


Evet. Bir oğlu vardı Nesibe'nin. Köydeki evlerinin bahçesinde, yine çamaşır yıkadığı bir günde kaybetmişti oğlunu, kocasını, özgürlüğü, bulutları, kuşları, ağaçları... Üç günde bir arabanın bile geçmediği köylerine o gün, aynı anda üç araba birden gelmişti. Bir cenaze arabası, geberen kocası için, bir ambulans, oğlunu, Davut'unu kasabadaki hastaneye yetiştirmek için ve bir jandarma otosu, Nesibe'yi ömrübillah her şeyinden ayırmak için. Ödüllerin en güzeliyle cezaların en beterini aynı anda almıştı Nesibe. Bir yanda şeytanın dünya kopyası kocasından ebediyen kurtulurken bir yandan da canından, oğlundan sonsuza kadar uzaklaşmıştı.


Çocuk sanki bu yarayı bildiği için, merhem olmaya çalışıyordu bu yüreği yanık kadına. Minik elleriyle dokunup oğul oluyordu ona ya da sevgi dolu gözlerle bakan bir koca... Bazen de bir kuş olup cıvıldıyordu kadının yamacında. Hayrandı ona. Bir erkeği hayattan silecek kadar kudretli, bunu başı dimdik söyleyecek kadar da yürekliydi Nesibe. Annesi gibi hırsızlıktan yatmamış, bileğinin hakkıyla kendi hayatını, oğlunun canını korumuştu cesurca. O bir kahramandı.


Gelgelelim bir gün, büyük zincirli demir kapı açıldı bütün ihtişamıyla. Hayat durdu, nefesler tutuldu. Herkes pürdikkat, gardiyan kadının ağzından çıkacak isme hazır ol durdu. Bunu bilen kadın, bu zamanı uzattı da uzattı. Hepsinin yüzüne tek tek baktı. Hepsine birer heves dağıttı, sonra kapının ardından geri almak üzere. Yürüdü, yürüdü ve çocuğun annesinin önünde durdu.

— Asiye Akkoyun! Bugün tahliye oluyorsun. Hadi hazırlan.

İşte o an, birbirine bakakaldı Nesibe ile çocuk. Kardeşi hiçbir şeyden habersiz, sevinç çığlıkları atan annesinin kucağında korkudan feryat figan ağlarken koşarak kadını sarmaladı çocuk. Durumu fark eden annesi, tam da ensesinden tutup yanına çekecekti ki kadına yine kara kara bakıp sordu çocuk:

— Nesibe, neden öldürdün kocanı?


Anladı ki oyun bitmişti. Pek yakında buradan gidecek ve onu bir daha asla göremeyecekti. Her gün, her saat sorabileceklerini erteleme vakti olmayacaktı artık. Kadınla çocuğun giderayak sahne çalmasına çok bozulan Asiye, nasıl olsa yine anlatmayacak edasıyla çekip almak istedi oğlunu Nesibe'nin bacaklarından. Ama başaramadı ve ağlamaya başlayan çocuğu tartaklayarak susturmaya çalışırken anlatmaya başladı Nesibe.


“Birkaç koyun, bir de inek karşılığı evlendirildim çocuk yaşımda iken. Gerdeğe kadar kocamı görmemiştim bile. Gerdekte de o beni görmedi zaten. Göremeyecek kadar sarhoş, anlayamayacak kadar kaba, sahiplenemeyecek kadar avare, sevemeyecek kadar kötü yürekliydi. O gece düştü oğlum rahmime. Hissettim ve her gece Allah'a 'Oğlum babasına hiç benzemesin.' diye dualar ettim. Onu doğururken çektiğim acıları, kucağıma ilk aldığım anda anladım. Benden çıkamayacak kadar büyük, o adamdan olamayacak kadar güzel bir bebekti. Ağlarken dudaklarının arasından çıkan ses; öyle duru, öyle kalın olurdu ki pencereye dizilen serçeler bile kulak kesilir dinlerdi.


Ebenin ısrarına rağmen, bir türlü ismini koyamadım. Bir gece rüyamda oğlumun sesi bana, 'Benim adım Davut.' dedi ve öyle oldu. Davut'um hep adına yaraşır bir şekilde hayırlı, kudretli ve iyi bir çocuk oldu. Babası olacak iblise hiç benzemedi.

Beş yaşına gelmiş ama babasını beş kez görmemişti. Sadece parası bitince evin kapısından içeri giren, alacağını alınca da arkasına bakmadan giden adama beslediği kini içinde büyütmüştü hep. Bir gün, bahçede iki ocak yaktım, çamaşır yıkıyorum. Ocağın birinde çamaşırlar kaynıyor, diğerinde koca bir kazanda su. Davut da yamacımda oyunlar oynuyor, kuşla böcekle. Evin içinden yükselen nara ile korkuyoruz hepimiz. Bahçede ne kuş kalıyor ne de böcek. Sallana sallana geliyor bahçeye iblisin evladı. Yine içmiş zil zurna. Para istiyor benden terbiyesizce. 'Hak' diyor, 'hukuk' diyor, 'benim evim' diyor, saçmalıyor da saçmalıyor. 'Yok' diyorum, anlamıyor. 'O zaman evi satacağım, çıkın gidin evimden.' diyor. 'Yapma etme, çocukla ben nerelere giderim, ne yaparım?' deyip ayaklarına kapanıyorum ki işte tam o anda indiriyor dizini suratımın tam ortasına. Savruluyorum bir yana. Sonra bir tekme, bir tekme daha.


Zorla açılan gözlerimin arasından görüyorum Davut'u. Çok korkmasına rağmen küçük bir aslan gibi atılıyor babasının önüne. Küçük yumruklar, minik tekmeler havalarda uçuşuyor. 'Bu da kim lan!' diye bağırıyor iblis, kendi çocuğundan habersiz.


Gördüğüm son kare, babasının Davut'u gömleğinden tutup kaynayan su kazanına attığı an oluyor. Sonrasında yaptıklarımı, anlatılanlardan hatırlıyorum. İşte o an, benim için sanki hayat durdu, sesler kulaklarımda bir uğultu oldu. Ne kırık kemiklerim, ne kanayan etlerim geldi aklıma. O an içimde hissettiğim güçten korktum ve yerimden fırladığım gibi önce, neredeyse tamamen kaynar suya gömülen oğlumu elime ilk gelen yerinden, kulağından tutup suyun dışına çıkarttım. Can havliyle sudan çıkartırken, açıkta kalan tek gözüyle bana bakışını hiç unutamadım. Onu otların arasına bırakıp korkudan gözleri sonuna kadar açılmış iblisle paylaştım hesabımı. Önce ateşin içinden aldığım, ucu kor alevli odunu kafasına indirdim. Sendeledi, devrildi. Bu kadar kolay olması, beni daha da deliye çevirdi. Yetmedi, odunları kestiğim baltayı aldım sapladığım yerden...”  


Çocuğun kara gözleri dehşet içinde donmuştu. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen Asiye'nin yerine koğuşun en yaşlısı, çocuğu Nesibe'nin önünden çekip annesine doğru yollamış, anlattıklarının etkisi altında kendinden geçen Nesibe'ye de okkalı bir tokat atmıştı.

— Eee yeter be... Sen de yıllardır anlatmadın anlatmadın, üç günlük bebeye anlattığın hikayeye bak.


Nesibe, o anın etkisinden çıkmıştı ama tokadın farkına bile varmamıştı. Bu da koğuşun sağlığı açısından herkesin işine gelmişti. Yaşlı kadın, kesin bir emirle konuşmayı yasaklamış, mecburen herkes hikayeyi kendi hayal dünyasında tamamlamıştı. Asiye ve çocuklar gidinceye kadar kimse kötü bir şeyden bahsetmemiş, herkes gülüp oynamıştı. Gülmeyi ve eğlenmeyi çoktan unutmuş olan Nesibe hariç...


***


İstanbul'un seçkin ailelerinden birinin tek kızıydı Latife. Tam anlamıyla el bebek gül bebek büyümüş, dediği henüz ağzından çıkmadan gerçek olmuştu. Bütün bu imkanlara rağmen çok mütevazi ve nahif istekleri olan biriydi. Hayattaki tek tutkusu okumak, okumak, eline ne geçerse okumaktı. O zamanlarda basılan kitap ve dergi sayısı, şimdi ile kıyaslandığında kupkuru bir çölde yaşıyor gibiydi Latife. Bu susuzluğunu ancak yurt dışına giden aile bireylerinin dönerken getirdiği yabancı eserlerle gideriyor, böylece yeni dillere, yeni dünyalara yelken açıyordu. Her gideni, büyük bir merakla bekliyordu. Gelenin valizi açılıncaya kadar başında dikiliyor, kendisi için özellikle çiçekli kağıtlara sardırılmış paketi kaptığı gibi odasına koşuyordu. Genellikle “Hoş geldiniz efendim.” demeyi, merdivenleri koşar adım çıkarken hatırlıyor; teşekkürü ise tek solukta okuduğu kitaplar bitince sımsıkı bir kucaklama oluyordu.


Aile sakinleri bu sevimli sahneyi adeta bir ritüel haline getirmiş, içten içe aralarında gizli bir rekabet türemişti. Herkes, Latife'yi en çok etkileyecek kitabı seçebilmek için yarışır olmuştu. Bu etkiyi, Latife'nin anlatımlarındaki heyecandan çok rahatlıkla ölçebilir, aralarındaki galibi de gözleriyle sessizce belirlerlerdi.

İşte yine böyle bir seyahat dönüşü, çiçekli paketini kolunun altına kaptığı gibi koştu odasına Latife. Paketi heyecanla açtı. Çiçekli kağıdın kat izlerini elleriyle düzeltti önce. Sonra itina ile katladı ve şifonyerindeki kutuya yerleştirdi, diğer çiçekli paket kağıtlarının yanına. Paketi bir arada tutan saten kurdeleyi birkaç defa ellerinin arasında gezdirdi. Kayganlığını ve yumuşaklığını hissetti, rengini adeta içine çekti. Alındığı kitabevini, paketi bağlayan kitapçı kadını gözünün önüne getirdi. Duvarda asılı renk renk kurdelelerden hangisinin kağıda daha çok yakıştığına karar verdi. Kadının yerine vedalaştı kitaplarla ve hangi çocuğun dünyasını renklendireceğini hayal etti.


Bu hayaller şekillendirdi Latife'yi. O günlerde kendine söz verdi. Büyüyünce bir kitapçı dükkanı açacaktı. Çocukların hayal dünyalarına, çiçekli ve saten kurdeleli kitap paketleri hazırlayacaktı.


Hep böyleydi Latife'nin düşleri. Ta ki ateşli bir hastalık, gözlerini ondan alana kadar. “Az da olsa iyileşme umudu var.” dedi doktor. Bütün umutlar, bu sözün eteğinden tuttu haftalarca, aylarca. Ama Latife'nin gözleri, ışıkta ancak silüetleri seçebilecek kadar iyileşti. Şen şakrak kahkahaların yükseldiği o evde, bir daha hiç kimse gülmedi... 


***


Ayfer, annesinin ölüm şeklini, evdeki eski bir kitabın içinden çıkan intihar mektubu sayesinde öğrendi. O gün bugündür de eline geçen her okunmuş kitabın içindeki gizli mektubun peşindeydi. Bu merakıyla, sahaf sahaf dolaştı, sayfa sayfa karıştırdı. Hem okudu, hem sakladı, hem ağladı hem de onların yerine, her şeyi yeniden yaşadı. Okulu bahane edip annesini kendisinden ebediyen ayıran babasını terk etti Ayfer, babası her şeyden habersiz...


Kitap kitap dolaştı İstanbul'u, hikayelerin içinde unutulmuş asıl hikayeleri sayfa sayfa aradı ve neler buldu neler. Ne terk edişler, ne sevişler, ne aşklar, ne yok oluşlar.


***


Okumayı yetimhanede öğrendi Davut. Altı yaşına yakındı oraya geldiğinde. Sekiz ay kadar hastanede yatmıştı. Vücudundaki yanıkların iyileşme süreci, minik oğlana fiziksel acının ne olduğunu erken yaşta öğretmişti. Manevi acılar ise daha ilerideki yaşlara saklıyordu hevesini.


Önceleri enfeksiyon riskinden dolayı karantinavari bir odada tedavi gördü. Doktorların dediğine göre o kadar şiddetliydi ki yanıkları, yanlışlıkla üzerine hapşırsanız, mikrop kapıp ölebilirdi zavallı çocuk. Ama yaşadı Davut. Annesinin dualarıyla, doktorların çabalarıyla hayatta kaldı. Sargılarının açıldığı günü hiç unutmadı. Sanmıştı ki iyileşip gün yüzüne çıkacak, diğer çocuklar gibi sokaklarda koşup oynayacaktı. Her ne kadar hemşireler kendisini görmesine izin vermeseler de bu süreci fazla uzatamadılar. Doktor ve şehirden getirtilen bir psikolog (pedagog bulunamamıştı) eşliğinde, bedeninin aynadaki yansımasını gördüğünde, hayatının hiç de kolay olmayacağını anladı küçük çocuk. Bir hilkat garibesine benziyordu. Babasının onu kaynayan su kazanına attığı anı ve annesinin gelip son anda bir gözü ve bir kulağını kurtarışı, dün gibi aklındaydı. Yaşın verdiği küçüklükle bu görüntüler zamanla bilincinde soluklaşacak, ama bilinçaltında her zaman çok net kalacaktı. Kaynar suda çok az kalmasına rağmen, tazecik teni kavrulup gerilmiş, kol ve bacakları yılık yamuk şekiller almıştı. Ne yürüyüşü normaldi ve görünüşü. Bir gözü kör, bir kulağı da sağır olmuştu. Yarım duyuyordu dünyayı, yarım görüyordu üstelik.


Yaraları tamamen iyileşip de hastaneden, yetimhaneye gönderilme vakti geldiğinde, görünüşünün acısını yüreğinin tam içinde hissetti Davut. Aylarca onunla ilgilenen doktor ve hemşireler, bu farklı çocuğa sıcacık sarılırken, hastanenin bahçesindeki insanlar ona bir canavarmış gibi bakacaklardı. Acımayla karışık tiksinti, korku ile karışık hayret dolu bakışlara alışamayacaktı çocuk. Hayatı boyunca insanlardan kaçacak, kalabalıklardan uzak duracak, gün ışığına çıkamayacaktı.


Araba ile yetimhanenin bahçesine girdiklerinde, bahçedeki çocukların buruk sevinçleri yarıda, koşup oynamaları havada kaldı. Yetimhaneye, yeni ve tuhaf bir çocuğun geleceğini hepsi duymuştu. O küçücük hayal dünyaları, bu ölçüde bir tuhaflığı şekillendiremiyordu kafalarında. Aralarında ne kadar konuşmuş da olsalar, hepsinin hayal ettiğinden çok daha çirkin, tuhaf ve korkunçtu bu çocuk. Davut görevlilerle birlikte arabadan indiğinde, bazı ufaklıklar, daha büyük olanların arkasına saklanmıştı. Bu köşe kapmaca uzunca bir süre devam edecekti aralarında. Davut yetimhane hayatından izole edilinceye kadar bu küçükler, bazı geceler kabuslarla uyanacak; birçoğunun yapacağı resimde Davut, bir canavar olarak yer alacaktı.


En sonunda yetimhane yetkilileri istemeden de olsa Davut'u yatakhane, sınıf ve genel oyun alanından ayırmaya karar verdiler. Minik çocuğun bu izole hayatı, en çok yetimhane aşçısı Yakup Usta'yı incitti. Müdürden izin isteyerek onun mutfakta kendisine yardım etmesini rica etti. Müdür, çocuğun bunu kıvırabileceğinden çok endişelense de Yakup Usta onu ikna etti. Davut, önceleri yanıklardan yamulan ve birbirine yapışan parmaklarını kullanırken çok zorlandı. Patatesleri soyarken yarısını kabukta bıraktı ya da defalarca elinden kaydırdı. Ama Yakup Usta, onu her defasında övdü ve cesaretlendirdi. Her gün, çocuğun gözlerinden akan yaşları, kendi önlüğü ile sildi. Onunla birlikte ağladı, ağladı. Duygu ve sabır dolu bu ilişki, annesinden sonra Davut'un hayatındaki en önemli mihenk taşı oldu. Davut, yemekhanenin arkasındaki kuru erzak deposunda kendine bir yaşam alanı oluşturdu. Yatakhaneden aldığı yumuşak şiltesini, erzak raflarından birinin en tepesine yerleştirmiş, kendisine bir ranza yapmıştı. Mutfakta çalıştığı zamanın dışında hep orada, kitap okuyarak vakit geçiriyordu. Ama bazen, bütün yetimhane uykuya daldığında, onun özgürlük saati başlıyordu. Nöbetçi görevlilerin de ışıkları sönünce, önce kütüphaneye gidip okuduğu kitapları okumadıklarıyla değiştiriyor, sonra bahçede top oynuyordu. Biraz sınıflarda dolaşıyor, diğer çocukların oturduğu sıralarda oturuyor, kara tahtaya bir şeyler yazıp siliyordu. Yerlerde unutulmuş kalem, silgi ve tebeşir parçalarını biriktiriyordu. Bazen unutulan bir defter ona hediye gibi geliyordu, kendisini unuttuğuna inandığı Tanrı'dan...


Yetimhane müdürü, tüm bu akşam gezintilerinden haberdardı. Ama kimseyi rahatsız etmeyen bu hassas ve yüreği yaralı çocuğa engel olmak istemiyordu. Yıllar yılı böyle yaşadı Davut. Ta ki bir gün, on sekiz yaşına gelince, yetimhaneden ayrılması gerektiğini öğreninceye kadar. İşte asıl o zaman, kendini eksik, kendini garip hissetti. Yakup Usta, emekliliğine henüz beş yıl kaldığını ve bakmak zorunda olduğu dört çocuğu bulunduğunu söylediğinde, daha da yalnızlaşmıştı. Yetimhanedeki son günlerini, daha çok ranzasında geçirdi. Yakup Usta, kendisine kırgın olduğunu anlayan delikanlıya yardımcı olamamanın çaresizliği içinde kıvranırken, Davut'u anlattığı eski bir dostu, Hızır gibi girdi hayatlarına.


Şehrin merkezindeki eski bir sinemada çalışan arkadaşı, Davut'u yanına yardımcı olarak istemişti. Akşamları da orada kalabilecekti. Bu güzel haberi, koşarak müjdeledi çocuğa Yakup Usta. Birbirlerine sımsıkı sarılıp uzun süre ağladılar. Bu haberden sonra yetimhaneden ayrılmak hiç de zor gelmedi Davut'a. Mesai bitiminde, müdür ve öğretmenlerle vedalaşan Davut, ayrılmak için havanın kararmasını bekledi. Bundan böyle, dışarıda kendisini nasıl bir dünyanın beklediğinden habersiz olarak, çok az gün ışığına çıkacaktı.


Kimselere sormak istemediği için Yakup Usta'nın kağıda yazıp verdiği adresi zar zor buldu. Sinemanın gişesindeki kız, önce görüntüsünden çok ürkse de Selim Bey'in bahsettiği genç olduğunu anladı bir çabuk. Karanlık koridorlardan geçerken, hayatının bundan sonraki kısmını burada geçireceğini anladı Davut. Ona buradan daha izole, buradan daha insansız, buradan daha karanlık bir yer bulunamazdı. Selim Bey ile tanışmak için oynayan filmin bitmesini bekledi. Karanlık salonda, en kenardaki koltuğa ilişti. Tek gözü ve tek kulağıyla dikkat kesildiği filme, hipnotize olmuş gibi bakakaldı. Yetimhanede birkaç kez, diğer çocuklar televizyon seyrederken kapı aralığından onları gözetlemiş ve içinde bir dünya oynayan bu küçük kutudan çok etkilenmişti. Şimdi ise, sinema dedikleri şey, evlere sığamayacak kadar büyük bir televizyon gibiydi. Hayranlıkla seyrettiği beyaz perde, ışıkların yanmasıyla aydınlandı. Hemen önünde oturan bir kızın Onu görmesiyle bastığı çığlık, Selim Bey'e Davut'un geldiğini anlattı.


Şaşkın bakışlar altında boşalan salonda sadece ikisi kalmıştı. Sıcacık ama ciddi bir karşılamayla tanıttı kendini adam. Çocuk bir kez daha kendini güvende hissetti böylece. Önce kalacağı yeri, sonra çalışacağı film odasını gezdirdi. İşinin bütün inceliklerini kendisine öğreteceğini söyledi. Geceleri koca sinemayı Davut'a emanet etti. Bu küçük ama garip adam, kitaplardan öğrendiği hayatları, şimdi de sinema perdesinden izleyecekti.


Cumanın gelişini filmin değişmesinden anlıyordu Davut. Bunun dışında zamanla hiçbir alışverişi yoktu. Haftalar aylara, filmler yıllara meydan okuyordu. Bambaşka bir dünyada yaşıyordu genç adam. Filmler sayesinde ne yaşamlar görüyor, ne ülkeler geziyor, ne insanlar tanıyordu. Çocuğun bu kapalı hayatı ve tek kişilik yaşamı üzmeye ve endişelendirmeye başlamıştı Selim Bey'i. Görünüşünden dolayı kimse ile iletişim kuramadığını biliyor, ama bunun zamanla çok sağlıksız sonuçlara varabileceğini öngörüyordu. Ne yapıp etmeli, insan içine çıkmalıydı Davut. Bunu birkaç kez Davut'a teklif etse de, her hafta izin gününde dışarı çıkmasını istese de çıkmadı çocuk. Sonunda ona bir görev vermekte buldu çözümü yaşlı adam. Görevden kaçamayacağını, ona karşı çıkamayacağını bilerek.

Önce bir kitap uzattı Davut'a, sonra da bir paket.

— Bu kitabı benim için, iki sokak ötedeki sahaf Latife Hanım'a teslim eder misin lütfen. Fazlasıyla gecikti zaten. Kendisine özür ve selamlarımı da ilet, dedi ve hemen film odasına geçip filmi başlattı. Film gösterimi sırasında Selim Bey'i rahatsız etmemek buradaki birinci kuraldı. Kimsenin çiğneyemediği bu kural ve elindekilerle Davut öylece kalakaldı. Şimdiye kadar karşısına çıkan en zor görevdi bu. Şaşkınlıkla elindekilere bakınca paketi fark etti ve içinde kapüşonlu bir ceket olduğunu gördü. Selim Bey, onun sokağa çıkma korkularını anlamış ve kendince ona gizlenebileceği bir sığınak hazırlamıştı. Çok zorlandı, ne yapacağını bilemedi. Uzunca bir süre öylece kaldı. Aslında dışarı çıkmayı, insanlarla karşılaşmayı hatta konuşup arkadaş olmayı ne kadar da istiyordu. Filmlerde gördüğü gibi restoranlarda yemek yemeyi, parklarda gezmeyi, balık tutmayı ya da lunaparka gidip eğlenmeyi ne kadar da isterdi. Bütün bunları uzaklaştırdı aklından. Çünkü babasının ona bu kötülüğü yaptığı gün, normal bir insan gibi yaşama özgürlüğü alınmıştı elinden. O da bunu kabullenmişti artık. Bugüne kadar içinde hissettiği en tuhaf korku-cesaret karışımı hisse sığınıp geçirdi üzerine ceketi ve kapüşonu. Duvardaki film afişlerinden birinin camındaki aksine baktı. Görünen sadece kapüşonlu bir ceketti. Derin karanlıktaki varlığını sadece kendisi biliyordu. Tam camın önünden ayrılacaktı ki çerçevedeki filmin adına gözü ilişti: Alien.

“Evet,” dedi, “tam da öyle yaratık.” ve hızla kendini, sinemadan sokağa bıraktı.

Gerçekten de iki sokak ötedeydi Latife Hanım'ın dükkanı. Yine de bir kişiye sorması gerekti. Adam onun bu esrarengiz görünüşünden huzursuz olmuş olmalı ki Davut dükkana girip de Latife Hanım'a kitabı verinceye kadar kapıdan izledi. Belli ki içine sinmedi, kadının kendisine sordu "Her şey yolunda mı?" diye. Kadıncağız olaydan habersiz, “Tabii ki yolunda efendim, genç bey Selim Bey'in yardımcısıymış, geçen hafta söz verdiği kitabı göndermiş.” deyince, adam çekildi. Konuşurken adama bakmayışı ve göz bebeklerinin boşlukta dalgalanışından anladı kadının kör olduğunu Davut. Bu ifadeyi bir filmde görmüştü. O an kendisini hem kötü, hem de çok rahat hissetti, ne tuhaf... Selim Bey onu tam da yerine göndermişti. Burası hem kitaplarla doluydu, hem de kadın onu görmüyordu. Bir an önce gitmek isteği, birden, sonsuza kadar burada kalma arzusuna dönüştü.

Kadıncağız da seyrek gelen müşterilerden ve artık kimsenin kitap okumamasından şikayetçi, kibarca sızlanırken Davut hayran hayran etrafı seyrediyordu. Kendini, Alice Harikalar Diyarında'nın bir sayfasında gibi hissetti. Burada biraz vakit geçirmesinden Selim Bey'in mutlu olacağını ve hatta artık buraya sık sık uğrayacağını biliyordu. İçi, tarif edilmez bir heyecanla doldu. Kitapları tek tek okşadı, rafları dolaştı, arada bir de Latife Hanım'ın sorularını yanıtladı. Latife Hanım, Davut'a istediği kitabı alabileceğini, parasını daha sonra getirebileceğini söyledi. Bu heyecanla fazla incelemeden, eline gelen ilk üç kitabı aldı Davut. Kadın, onları rengarenk çiçekli kağıtlarla paketledi ve çok güzel bir de saten kurdele ile süsledi. Elindeki pakete bakınca genç adam, “Yazık ki bu çiçekleri ve bu renkleri göremiyor.” diye düşündü. Bir gün, bir başkasına acıyacağı hiç aklına gelmemişti. Birkaç küçük şükran cümlesi geçti kafasından. Ama fazla kalıcı olamadılar. Çiçekli paketini alıp sevinçle sinemaya yöneldi. Dükkandan çıkarken yüzüne vuran güneş ile insanların onu görebilme ihtimaline, pek de endişe etmediğini fark etti.


Film bitince Davut'u ortalıkta göremeyen Selim Bey, hata yapmamış olmayı umarak çocuğun kaldığı odaya gitti ve onu, Latife Hanım'ın dükkanından aldığı kitaplara gömülmüş olarak buldu. Kitapların sarılı olduğu çiçekli kağıdı, duvarına yapıştırmıştı Davut. Bir an kafasını kaldırdı okuduğu kitaptan; adamla göz göze geldiler ve sessizce gülümsediler birbirlerine. O an sadece yürekleri konuştu ve birbirlerine sevgiyle teşekkür ettiler. Bu büyülü anı bozmak istemedi Selim Bey ve sessizce kapıyı çekti. Davut da ilk kez yaşıyor olduğuna sevindi.    


O günden sonra sık sık Latife Hanım'ın dükkanına gider oldu Davut. Kitapları değiştiriyor, Latife Hanım ile biraz sohbet ediyor, okuduklarını tartışıyor ve kadına vizyonda o hafta oynayan filmleri anlatıyordu. Onun gelişiyle Latife Hanım'ın da hayatı değişmişti. Kısa planlanmış ziyaretler, uzun sohbetlere dönüşüyor, içilen çaylar, anlatılan hikayeler her ikisinin de yaşamını renklendiriyordu. Etraftaki esnaf bile alışmıştı bu yüzünü görmedikleri garip çocuğa. Sürekli kadıncağızı sıkıştırıp sorular da sorsalar yanıt alamıyor, Latife Hanım, Davut'ta bir gariplik olduğunu asla kabul etmiyordu. İnsanın, sevdiğini gönül gözüyle görmesi böyle bir şeydi. Oysaki yüzündeki yanıklardan dolayı konuşması tuhaftı Davut'un. Ama Latife Hanım, bu tuhaflığın sebebini ne çocuğa ne de Selim Bey'e asla sormadı. Kadın, bu garip arkadaşını çok seviyordu.


Latife Hanım'ın dükkandaki günleri genellikle sakin geçerdi. Popüler kitabevleri yaygınlaştıkça, sahaflara kimse uğramaz olmuştu. Ancak birkaç koleksiyoner ya da parası olmayan bir iki öğrenci. Bu yüzden Davut'un hayatına girişi, yaşlı kadını çok mutlu etmişti. Elinde genç adamın henüz bıraktığı kitaplar, bunları düşünürken ince ve kibar bir sesle irkildi.

— Affedin, sizi korkutmak istememiştim. Elinizdeki kitaplara bakabilir miyim?

Genç ve belli ki tatlı bir kadına aitti bu ses. Ona gülümseyerek uzattı elindekileri. Kızı göremiyordu ama arkasından vuran gün ışığı ile silüetini seçebiliyordu kadın. Orta boyluydu kız, ince ve narin bir bedeni, kıvırcık ve kabarık saçları vardı. Kocaman neşeli bir top gibiydi kızın kafası. Dükkana ilk kez geldiğine emindi, onu daha önce görmüş olsa mutlaka tanırdı. Bu bile neşelenmesine yetti yaşlı kadının. Hayatının karanlıklara gömüldüğü o gün, küçük şeylerle mutlu olmayı öğrenmişti Latife Hanım.


Kızın, ortadaki pufa oturup kitapları inceleyişini izledi sessizce. Hareketsizliğini hissedince, uzun uzun bir şeyler okuduğunu anladı kızın. Evet! Eline aldığı ilk kitabın içinde küçük bir kağıt bulmuştu Ayfer. Bozuk bir el yazısı ile yazılmış, hatta sanki yürürken yazılmış kadar bozuk. Ama bu denli kötü harflerin birleşmesinden böylesine güzel anlamlar çıkabilmesine çok şaşırmıştı genç kız. Okudukları karşısında adeta büyülendi. Dünyevi harflerle aşkı, sevgiyi bu denli anlamlı kılabilecek kişiyi merak etti. Kızın hareketsizliği ve sessizliği karşısında sabırsızlanan Latife Hanım, pufa doğru bakıp “O üç kitabı bugün genç bir müşterim getirdi.” dedi. “Çok beğenmiş. Her aldığı kitabı geri getirdiğinde birlikte tartışır, konuşuruz. Ama bugün pek vakti yokmuş, hemen gitti. Benim de hayal ettiğim sohbet hevesim havada kalmış, öylece oturmuştum ki siz girdiniz içeri.” dedi.


Ayfer, o an anladı kadının gözlerinin görmediğini. Söylediklerini yarım yamalak dinlemiş, pek de önem vermemişti. Ama notu görmemiş olması işine geldi ve hemen kitapları almak istediğini söyledi ve yaşlı kadının paketleme teklifini bile geri çevirerek hızla ödeme yapıp sokağa bıraktı kendini. Latife Hanım, elinde buz gibi soğuk paralarla, hayal kırıklığı içinde bekledi bir süre. Ama yüreğindeki tüm sesler, kızın oraya geri geleceğini söylemişti. Elindeki paralara dikkat edince, genç kızın kitapların değerlerinden çok daha fazlasını bıraktığını fark etti. Acaba bu kadar ısrarlı, aceleci ve bonkör olmasını gerektirecek ne vardı kitapların içinde.


Davut, hemen her hafta dükkana uğruyor, yeni kitaplar alıyor, eskilerini yorumları ile birlikte Latife Hanım'a bırakıyor, vizyondaki filmlerden laflıyor ve sinemadaki karanlık dünyasına geri dönüyordu. Latife Hanım, adeta onun bu karanlık hayatında bir ışık olmuştu. Aslında o da Latife Hanım'ın hayatında bir ışık... Farkında olmadan birbirlerinin eksiklerini tamamlamışlardı. Okuduğu kitaplar ve seyrettiği filmler, Davut'un hayal dünyasında hayali aşklar, hayali sevgililer yaratmıştı. Onlara yazdığı hayali mektupları postaya vermek yerine, okuduğu kitapların arasına koyuyordu. Ondan sonra kitapları okuyanların, mektupları da okuyacaklarına inanıyor, hiçbir zaman cevaplanmayan mektuplarına yenilerini yazıp bırakıyordu kitapların arasında.


Davut'un bu küçük oyunundan tek bir kişinin haberi vardı: Ayfer! Ama Ayfer'in oyunundan herkes habersizdi. Annesinin intihar mektubunu bulduğu gün başlayan merakı, bugün ona hayali bir aşık kazandırmış ve kitap arası notlarına yeni bir boyut katmıştı. Kitapların arasında ölüm döşeği notları aramıyordu artık, onu seven ve onu isteyen bir sevgiliydi aradığı. Zamanla, Ayfer'in geliş gidişlerinin sıklaşması ve geldiğinde hep Davut'un bıraktığı kitapları almak isteyişi, Latife Hanım'ın dikkatini çekmişti. Göremeyişi, olayları idrakine engel oluyor, sadece sezgilerine dayanarak kendince birkaç yorum yapabiliyordu. Kitaplarla dolu dünyasında tek başınaydı aslında. Bu da Davut'la olan dostluğunu Ayfer'den kıskanmasına ve saklamasına sebep oluyordu.


Ama bir gün, heyecanına yenilip Davut'a Ayfer'i anlattı Latife Hanım. Sessizce dinledi yaşlı kadını Davut. Sevinçle mutluluk arası garip bir his kapladı içini. Hafifçe karnı ağrıdı ve damarlarında ılık ılık akan kanı hissetti. Bir yandan yaşlı kadın, bu gizemli hayranından daha da bahsetsin istiyordu, bir yandan da hemen odasına dönüp yeni mektuplar yazmak. Yazdıklarından hiç bahsetmedi kadına ve onu bir kez daha kıskanmaya itecek derece kısa ve duygusuz bir veda ile ayrıldı yanından. İşin sırrını çözemeyen Latife Hanım'ın içini tuhaf bir hırs kapladı. En yakın dostunu mu kaybediyordu, yoksa hiç sahip olamadığı aşkı mı? Bu ihtirasın, kendisinden beklenmeyen bir acımasızlığa dönüştüğü o gün, dükkana sevinçle gelen Ayfer'e, Davut'un elim bir trafik kazası sonucu öldüğünü söyledi Latife Hanım. Birkaç saat sonra da Ayfer'in yalandan ölüm haberini, Davut'a...


Diablo'nun Günlüğü, 2018