Artık saçlarım yoktu. Aynada dazlak duran ben, burnum yamuk, suratımda sivilceler, sıradan kahverengi gözlerimde boşluğun kokusu. Dazlaktım.

Annem saçımı kestiğini görmesin diye cebime sıkıştırdığım bereyi kafama taktım. Ensemden aşağıya düşen saç kıllarım yünlü kazağıma takılıp sırtımı dehşet kaşındırmaya başlamıştı. Siklemedim. Tuvalet kapısını aralayıp ilk fırsatta koridora oradan dışarıya bıraktım kendimi.

Siktiğimin havası hala yağmurluydu. Yağmur yağ babam yağ modundan bir an olsun çıkmamış puştun tekiydi. Her boka sinirleniyordum. Kuleye doğru giderken sokaktaki siyah bir kedi bile sinirimi oynatıyordu. Yanına yaklaştım. Sağlam bir tekme atmaktı niyetim keyif pezevenkine, ama hızlıydı, havayı tekmeleyip göt üstü yere kapaklandım. Allahtan kimse yoktu. Hızlıca ayağa kalktım. Götümü silkeleyip tekrar sövdüm.

Mahalleden çıkamamıştım. O yüzden bereyi kafamdan çıkarmadım. Babam camiden gelirken beni görebilir, aptal abim her an her yerde olabilir ve salak ablamın da nerede olduğunu bilmiyordum. Ailemden habersiz götümü bile silemiyordum. Kel kafalı kalmak, özellikle babamdan ve annemden izinsiz yapmak çılgınlıktı. Güzel bir dayak yiyecektim ona şüphe yok, bunu olabildiğince ertelemek istiyordum.

Mahalleden uzaklaşmama az kala yalnızlar parkına uğradım. Bizim Ali dönme dolaba oturmuş bir şeyler zıkkımlanıyordu. Islık çalıp kendimi gösterdiğimde salakça gülümsedi. Hep salaktı bizim Ali. Dişleri neredeyse yoktu. Ağzından kelimeler tereyağına bulanmış gibi hissettirirdi. Babası sağlam adamdı. Her öğün döverdi bizim Ali’yi.

Naber lan ibne, diye seslendim.

Bana koltuk altında sakladığı birayı uzattı. Bir yudum içer misin?

Bir de izin mi alacam senden, dedim. Bu bok kafalı ezik tiplere fazla merhamet gösterdin mi tepenize çıkardı. Kimsenin tepeme çıkmasına izin veremezdim. Birayı alıp kafaya diktim. Ardından hemen tükürdüm. İğrençti.

Bu ne amına koyim.

Bira.

Öyle mi dersin. Eğer içine işediysen seni şu anda gebertirim.

Hayır. Sadece açıktı ve güneşte kalmış işte abartılacak bir şey yok. Sen içmezsen ben içerim.

Birayı elimden kerpeten gibi aldı. Eğer başkası olsa işediğini düşünür ağzını burnunu kırardım. Bir an düşünmezdim bile. Ama bu bizim Ali. Saftır. İyi çocuktur.

Ne boksa. Sen biranı iç ben kuleye gidiyorum.

Olayları duydum, dedi Ali. Bok tadındaki birasından yudumlayıp geğirdi. Ben de bu yüzden seni bekliyordum. Sakın oraya gitme. Ömer fıttırmış. Babasının silahını yanına aldığını söylüyor herkes.

Saçmalık, dedim. Ömer’in ismini duyduğumda ellerim sinirden titriyordu. Engel olamıyordum. O silahı götüne sokarım. Gerçek şuydu ki Ömer dengesiz puştun tekiydi ve kafası pek çalışmazdı, bu demek oluyor ki kavganın sonucunu tartacak zeka yoktu onda.

Kim söyledi sana, dedim Ali’ye.

Faruk.

Tabi götü yemedi hemen silah alıyor yanına. Bunları söylerken hafiften korku yüreğimi esir almaya başlamıştı bile. Sanki parkın etrafına konuşlanmış keskin nişancıların namlusunda dikizleniyorum gibi hissediyordum. Siktiğimin silahı beni aşırı tedirgin ediyordu. Babam küçükken kafamın üstüne elma koyup silahıyla nişan almıştı. Bir elinde ise bira vardı. Siktiğimin silahları.

Elimi bereme götürüp güneşe çıkardım kel kafamı. Ali’nin ağzı bir karış bana bakıyordu.

Savaş mı ilan ediyorsun? Diye sordu aptal aptal.

Ne bokuma benziyor. Adi Ömer’i sikip atıcam. Kimse sağda solda ablam hakkında ileri geri konuşamaz.

Yağmur dinmiş, güneş tepemizdeydi. Ve ben savaşı başlatmıştım. Saçma bir gelenek ama mahalle arasında kavga öncesi değerli kafanızı kazırsanız bu kan davası gibi, bağlayıcı, onursal saçmalıklar falan ve ömür boyu düşman olduğunuzu ilan ederdiniz. Bu boku yemiştim. Ablam hakkında bok bok konuşmuştu Ömer.

Ali’yi orada bırakıp kuleye doru yürüdüm. Yollar sakindi. Tüm yetişkin bezleri işteydi, çocuklar okulda, asalaklar otuzbir çekiyordu. Şansıma yolumu kesip hal hatır soracak buruşuk teyzeler de yoktu. Yağmur ardından bıraktığı osuruğu, çimlerin üstüne sinmiş mis gibi kokuyordu.

Kule dediğimiz şey dört tane ağaçtan oluşan bir alan. Büyük ama mistik bir havası olan bir yerdi. Yeşil çimler, birkaç kaya, sonra tekrar çimler ve dört tane çam ağacı. Genelde kavgalar burada olurdu. Kimin aklına geldiyse geleneğe dönüşmüş, sonrasında çocuklar arasında onursal bir saçmalık simgesi falan olmuştu. Siklediğimden değil ama Ömer’i herkesin önünde sikiceksem herkesin kuralına uymam gerekiyordu.

Ancak alana daha varmadan bir kalabalık gördüm. Birkaç çocuğun arasından yetişkin bir adam sağa sola bağırıyor, bir boklar çeviriyordu. Kimseye görünmeden yakınımda olan kayanın arkasına saklandım. Götüm bokuma karışmış, tırsmıştım. Yetişkinler iyiye alamet değildir, hiçbir zaman.

İyice baktığımda ve çocuklar sağa sola kaçıştığında manzara netleşmişti. Ömer oradaydı işte. Yanında babası, bir eli Ömer’in kulağını çekiyor, diğer eliyle tokatı yapıştırıyordu. Daha iyi baktığımda ise adamın sırtındaki tabancayı seçebilmiştim. Ömer malı yarağı tutmuştu.

Sona sakladığım ama o an canımın deli gibi çekiği sigaramı cebimden çıkardım. Babamdan araklamıştım. Ömer’in aptal suratını dağıttığımda içmeyi planlıyordum ancak gördüğüm manzara karşısında içmesem ayıp edecektim. Sigaramı içtim. Babası Ömer’i hala dövüyordu. Adamın hakkını vermek gerekiyordu, sağlam dayakçıydı. Eh, benim babamın eline su dökemezdi, hele annemin oklavaları karşısında adam neredeyse merhametli sayılırdı. Gerçi son zamanlarda uslu durmuştum. Bizimkiler arada paslanmayalım diye beni tartaklardı ancak sağlam dayak yememiştim uzun süredir.

Neyse Ömer yarağı yemiş gibi yerde uzanırken arkadaşları küçük bok parçaları gibi kaçışmışlardı. Babası da çocuğun suratına tükürüp topuklamıştı.

Kayanın ardından çıkıp Ömer’in yanına yamukladım.

Naber ibne. Götüne silah saklayarak kavgaya gelmek ne oluyor.

Cevap vermemişti. Gerçi sağlam bir tekme de ben atacaktım. Kayanın arkasında bunu iyice düşünmüştüm ama Ömer’e baktığımda içimde acıma hissi coşmuştu. Neyim ben hoca falan mı?

Kel kafamı Ömer’in suratına sokarcasına gösterdim. Tiyatrocular gibi zıpladım, gülümsedim ve güneşin altında kral gibi, kahraman gibi kelimi sergiledim. Oralı olmadı bile puşt. Ağzı burnu kan içindeydi. Pek ablama terbiyesiz şeyler yapacak halde değildi. Oldukça zavallıydı.

Yanına çömeldim. Acıyla inliyordu.

Havaya baktım. Güneş yine kancıklık peşinde, bulutların ardına saklanmaya niyetlenmiş, yağmur da azgın herifler gibi üstümüzü çullanacak.

Ömer’e döndüm. Babam da beni döverdi. Çoraplarından biri eksilmiş, alsana dayak. Sofrada fazla sesli yemek yiyorum, al sana dayak, bugün uslusun, kesin bir boklar çeviriyorsun, al sana dayak.

Kendime inanamıyordum. Ömer’e kendimi anlatıyordum.

Hepsi bir an meselesi. İçimden sayarım. 1, 2, 3… Sayılar çoğaldıkça anlamlar azalır. Değersiz hissettiğin anlar sessizleşir anlıyor musun?

Bana kafa salladı. Gözleri yerden beni kesiyordu. Mavi gözleri etkileyiciydi. Yakışıklı suratı hep canımı sıkmıştı zaten.

O zaman saymaya başla pislik. İnan her bok geçer.

Buna inanıyordum işte. Safça bir çocukluk.