Toprak yolun güzergâhı Marxasorla birleşince arabayla ilerlemek mümkünsüzleşti. Çünkü Marxasor dağlarından dökülen kayalar irili ufaklı parçalara bölünüp yolun her tarafına dağılmıştı. 

            Sezer arabayı çalılıkların yanında istop edip arka koltukta uyuyan Mithat’a seslendi:

‘‘Midas! Uyan hadi uyan!’’ 

            Gece yarısıydı. Bu tür işler genellikle bu vakitlerde yapılır. 

Mithat gözlerine örttüğü kasketini kaldırdı ve sinirli sinirli konuştu:

‘‘Sana kaç kez dedim ki bana Midas deme! İlla dövüşelim mi yani?’’ 

            Ötekisi oralı olmadı. Arabadan çıktılar. Sezer az bir ihtimal de olsa jandarmaya  yakalanmak korkusuyla elindeki fenerin ışığını en kısığa ayarladı. Mithat ise doğruca arabanın arkasına yönelmiş ve bagajdaki torbayı olduğu gibi sırtına yüklemişti. Hafif bir torbaydı, içinde iki kürek iki de kazma vardı.

            Fenerin ışığında yürümeye başladılar. 

            Burası kent merkeziyle ilişkisi kalmamış bir yörekentti. Hiç kimse yaşamıyordu. Devlet uzun yıllar önce terör olaylarını öne sürerek oldukça sert yasaklamalar koyup bütün nüfusu sürmüş, köyleri de boşaltmıştı. Sonra zamanla unutulmuş, jandarmanın bile nadiren kontrol ettiği ücra bir yer olmuştu. 

            Oysa Marxasor’da bundan tam yüz yıl kadar önce kalabalık bir Ermeni sülalesi ikamet ediyordu. Nüfusu zengindi. Doğu Anadolu’da oymacılık ve altın işlemeciliği denilince akla ilk gelen yerlerdendi. Özellikle altın işlemeciliğindeki maharetleri sayesinde çevre kentlerden bile akın akın insanlar geliyordu. Kısacası ticaretin döndüğü, şimdiki ıssızlığına kıyasla davullu zurnalı, uğrak bir yörekentti. Ama tehcir kararıyla her şey silinip gitti.  Ermeniler sürgün edilince kimse onlar gibi altın işlemeciliği yapamadı. Haliyle burası da diğer sıradan, hiçbir özelliği olmayan, sadece tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlayan fakir kentlerden biri olmaya yüz tuttu. 

            Mithat ayağını karanlıkta bir kayaya çarpınca küfür savurdu.

‘‘Şu feneri önümüze tut önümüze!’’

            Sezer onu duymamıştı bile. Çünkü bu esnada define meraklılarının çok iyi bildikleri bir inanç ve heyecanla dolup taşmaktaydı. Düşündüğü tek şey birkaç saat sonra sahip olacağı Ermeni altınlarıydı. Kendisini buna o derece inandırmıştı ki Mithat aksini iddia etseydi kavga etmeye hazırdı. Neyse ki Mithat’ın da ondan farkı yoktu. Bu iki insan, iki arkadaş ömürlerini harita peşinde koşmakla, gömü aramakla heba etmişlerdi ama bir kez olsun arzuladıkları o şeye ulaşamamışlardı. Sayısız deneme, sayısız başarısızlık. Kesin umutlarla giriştikleri her arayışın sonunda elleri boş dönüyorlar fakat buna rağmen inançlarını yitirmiyorlardı. Dahası azalmıyordu da, hep ilkmişçesine taze bir inançtı. Onların bu hallerine belki aptallık denemezdi ama akıllıca da sayılmazdı. 

            Şu anki maceralarıysa tümüyle rastlantısaldı. Ne bir bilgi vardı, ne de harita. Sadece söylentiye, hatta dedikoduya bel bağlamışlardı. Marxasor boşaltıldıktan hemen sonra kentin defineciler topluluğunda bir söylenti yayılmıştı. Söylentiye göre tehcir yüzünden göç etmek zorunda kalan Ermenilerin bazısı yolda eşkiyalar tarafından soyulacakları korkusuyla altınlarını Marxasor köprüsünün altındaki mağaraya saklamışlardı. Böyleyken hiçbir define tutkunu bunu teyit etmeye cesaret edememişti. Çünkü söylenti ilk yayıldığında burası çoktan mayınlı bölge ilan edilmişti. Yedi sekiz yıl sonra mayınlar temizlenince de bizim kurnazların haricinde söylentiyi hatırlayan kalmamıştı. 

            Kırk dakika kadar yürüyüp dinamitle patlatılmış taş köprüye vardılar. Aşağısı elli metre derinliğinde nehirli bir vadiydi. Yamaç dikenli otlardan, budak görmemiş yabani ağaçlardan geçilmiyordu. Sezer telaşla, ‘‘Nasıl ineceğiz?’’ diye sordu. ‘‘Ağaçlar çok sık.’’ 

            Mithat Sezer’in elindeki feneri kaptı, ‘‘Sen burada bekle.’’ dedi. ‘‘Ben şimdi ağaçların seyrekleştiği bir geçit bulup gelirim.’’ 

‘‘Yok öyle yağma! Beni aldatıp altınlarımı çalacaksın ha!’’

            Ondan böyle bir çıkış beklemeyen Mithat müthiş öfkelendi. ‘‘Altınlar nereden senin oluyormuş bakayım?’’

‘‘Yanlış söyledim bizim… işte bizim… beraber gideceğiz Midas! Ayrılmak yok!’’

‘‘Bir kez daha Midas de neler oluyor gör! Düş peşime haydi!’’

            Mithat etrafı dolaşıp aşağıya inebilmek için bir çare arıyorken Sencer onun peşinden bir an olsun ayrılmadı. Sonunda kuzeybatı yönünde, köprüyle hemen hemen otuz adım mesafede boylanmış çam gövdelerinin arasından inen bir patika buldular. Çam ağaçlarının dalları patikanın girişini öylesine titizlikle örtmüştü ki, sanki ağaçlar buraya birileri tarafından sırf patikanın görülmemesi maksadıyla dikilmişti. Bizimkiler de güçlükle görmüşlerdi zaten, Sezer bir ara ümidini kesip geri dönmeyi ve sabah yeniden gelmeyi önermişti. Neyse ki şansları yaver gitmiş, Mithat’ın her yanı inatla didik didik etmesiyle patikayı keşfetmişler ve ayaklarının altından kayan kumlu toprağa aldırmadan, dallara tutuna tutuna köprünün altına düşmeden inmeyi başarmışlardı.

            Vadinin zemini yamaç gibi ağaçlık değildi ve nehrin kıyısı dümdüz taşlıktı. Bunlar bir tarafa, gerçekten de yıkık köprünün altında bir mağara vardı. Üstelik patika tam da bu mağaranın ağzında bitiyordu. Mithat’la Sezer şaşkınlık içerisindeydiler. Define uğruna hayatlarını boş yere harcadıklarını kabullenmemek adına inançları daima diriydi ama doğrusu kendilerine itiraf etmeseler de içten içe burada bir mağaranın olacağına ihtimal vermiyorlardı. Oysa işte burada, karşılarındaydı! Nasıl şaşkın olmasınlardı!

            Mithat kısık gözleriyle Sezer’e baktı: Adrenalinden kıpır kıpırdı, adeta titriyordu. Niçin olduğunu kendisinin de bilmediği bir tiksinti kabardı Mithat’ın midesinden. Acımsıtrak bir sıvı boğazından yükselip yanaklarını şişirdi. Birdenbire dizlerine çöküp istifra etti. Ayağa kalktığında gözleri yaş içinde parlıyordu. Sezer hayretler içerisinde onu omuzundan yakaladı: 

‘‘İyi misin? Ne oldu?’’ 

‘‘Yok bir şeyim.’’

‘‘Tamam öyleyse hadi çabuk çabuk girelim, heyecandan ölmek üzereyim Mithat! Zengin olmamıza çok az kaldı! Düşünebiliyor musun!’’ 

            Mithat mağaranın ağzına tırmandı fakat eşikte duraksadı. Sezer dayanamayıp onu içeriye doğru itti. ‘‘Ne oluyorsun be!’’ diye bağırdı. ‘‘Girmek için davetiye mi bekliyorsun!’’ Onun bu halini anlayamıyordu. Hep en önde gitmeye alışkın kanı hızlı Mithat şimdi zoraki gidiyor gibiydi. 

            Mağaraya girdiklerinde içeride hiçbir acayiplik olmadığını gördüler: Yüksekti, yarım daire şeklinde kıvrılıyor ve gittikçe daralıyordu. Öte yandan ne bir iz, ne de işaret vardı. 

            Önce her köşeyi incelediler. Torbadaki malzemeleri kullanarak taşları kaldırıp diplerine baktılar, tuzak olabileceğini umursamadan ellerini küçük oyuklara sokup karıştırdılar, küreklerin arka tarafıyla zemini vurup kulak kabarttılar: Eğer tok bir ses yerine daha ince, yankılı bir ses çıkarsa orasının altı boş demekti ve bu da iyiye işaretti! 

            Ancak görünürde bir şey yoktu. Acaba bu serüven de mi hayal kırıklığıyla sonuçlanacaktı? Hayır… hayır… bu kez bir şeyler olacağa benziyordu!

            Sezer’in dikkatini bir farklılık çekti. Bütünüyle kömür karası bir kayaçtan oluşan mağaranın kıvrıldığı yerin kesişim noktasında tuğla büyüklüğünde bembeyaz bir kireç taşı parçalara ayrılmıştı. Bu taşın buraya kendiliğinden gelmesi olanaksızdı, böyleyken mağaraya has bir taş da değildi. Öyleyse nereden gelmişti? 

            Feneri Mithat’tan aldı ve ışığı taşın kırıldığı yerin duvarına vurdu. Gözleri duvarın yukarı kısmında tıpkı parçalanan kireç taşı boyutunda bir yarığa takıldı. ‘‘Şurayı görüyor musun?’’ dedi Mithat’a. ‘‘Eğer varsa oradadır.’’

            Mithat baktı. Onunda aklına yattı. Kaldı ki bu son şanslarıydı, çünkü bakmadıkları bir orası kalmıştı. Homurdanarak ‘‘Nasıl bakacağız?’’ diye sordu. ‘‘Boyumuz yetişmez.’’

            Sezer sesini bilerek yumuşattı, ‘‘Beni omuzlarına alırsan bakarız.’’ dedi. 

‘‘Sen neden beni almıyorsun da ben seni omuzlarıma alıyorum?’’ 

‘‘İnsaf et yahu, sen benden daha ağırsın!’’ 

‘‘Ihıhıhı… ekmek yeseydin oğlum! Neyse atla hadi!’’

            Böylece Mithat arkadaşını sırtladı ve yarığın önüne götürdü. ‘‘İçini görebiliyor musun?’’ 

‘‘Burada bir şey var ama çok sağlam oynamıyor yerinden!’’

            Sezer’in parmakları arasına kulp gibi bir şey takılmıştı. Mithat’ın kalbi hızlandı. ‘‘Ne… nedir o?’’ 

            Sezer oflayıp pufluyor, tükürükler saçarak parmakları arasındaki şeyi çekip almaya çalışıyordu. Bir eliyle duvardan destek alarak var gücüyle tekrar asıldı. Sonra bir sürtünme sesi duyuldu ve Sezer elindeki nesnenin ağırlığına dayanamayarak tepetaklak yere düştü. 

            Aniden mağaranın içi şakır şakır madeni para sesleriyle yankılandı. Yarıktan çıkan şey bir küptü ve Sezer’le birlikte düşüp kırılınca içindekiler etrafa saçılmıştı. 

            Altınların üzerine eğilen Sezer kendinden geçmişti. ‘‘Bu… bunlar hakiki mi Mithat? Yoo yoo hakiki hakiki! Şükürler olsun! Zengin oldum! Zengin!’’

            Mithat da ondan farksızdı. Yerinde duramıyordu. Eğilip kalkıyor, altınları kokluyor ve sanki sayıklar gibi ‘‘Fena… fena…’’ diyordu. ‘‘Fena oldu bulmamız!’’ 

            Bu sırada gün doğmak üzereydi. Sezer yerdeki altınları toplarken Mithat kazma ve küreği çıkarıp boş torbayı onun önüne fırlattı. ‘‘Şuna doldur!’’

            Tecrübe etmediği bir coşkunluğun ardı sıra yükselen güçlerin kölesi durumundaydı Mithat. Yüreğinde kabaran duygular sevinç ya da mutluluk değildi. Hatta şu an altınları bulmadan önceki halinden daha keyifsizdi. Çünkü yabancısı olduğu bu coşkunluk onun ruhunda daha önce hiç açılmamış kapıların anahtarı oldu. Sahip olmak hırsı, bencillik ve doyumsuzluk aslında hep oradaydılar ama fırsat kolluyorlardı. İşte şimdi kapılar açılır açılmaz bu fırsatı yakalamışlardı ve Mithat’ın ruhunun her zerresine hücum ediyorlardı. Onlara direnemiyordu, kaldı ki direnebileceğini bile düşünemezken bunu nasıl yapacaktı? Ona düşen benliğine teslim olmaktı ve benliğinin onu sürüklemesine müsaade etmekti. 

            Mithat bu halet-i ruhiye içerisindeyken bir an olsun gözlerini Sezer’den alamamıştı. Artık bir arkadaş olmaktan çok gerçek Mithat’la, benliğiyle ve benliğinin ondan talep ettikleriyle arasına giren bir belirsizlikti. Benliği tümüne sahip olmak için çıldırırken hangi sebeple altınların yarısını ona versindi ki? 

            Aklından kendisini ürperten korkunç bir fikir geçti. Başta buna karşı koymaya çalıştı ama hayır, başaramıyordu. Mithat artık karar vermekle değil, içindeki kuvvetlerin kararına uymakla yükümlüydü. ‘‘Yapmalıyım!’’ diye düşündü. ‘‘Ne mahsuru var? Arkadaşsa arkadaş! Daima benden faydalanmaya çalışıyor. Daha demin onu sırtıma aldım! Bir eşek gibi kullanıyor beni! Evet evet yapmalıyım! Ne mahsuru var? Kimse burada olduğumuzu bilmiyor nasılsa! Evet yapmalıyım! Ne mahsuru var?’’

            Sonra şeytan fısıldadı: ‘‘Ne mahsuru var?’’

            Sezer altınlardan başını kaldırıp ‘‘Geveleyip duracağına torbaya koymama yardım et Midas!’’ dedi.

            Midas sözcüğünden sonra her şey daha kolay oldu. Bu sözcük Mithat’ın kulaklarında çınladı. Öfkeyle taştı. ‘‘Bana Midas deme dememiş miydim sana!’’ diye bağırdı. ‘‘Orosbu çocuğu!’’ Atik bir hareketle elinin hizasında bulunan kazmayı kaptığı gibi sivri ucunu yere çömelmiş biçimde altınları torbaya dolduran Sezer’in şakaklarına sapladı ve altın kanla lekelendi.

            Güneş doğunca boşluklardan süzülen ışık Sezer’in cesedini aydınlattı. Mithat cansız bedene bakarken üzüntü duymuyordu. Öfkesi geçmiş, benliği tatminlik bulmuştu. Rahattı. Yalnız ara ara ‘‘Kazma neden oradaydı?’’ diye soruyordu kendine. ‘‘Niçin elimin altındaydı? Planlamış mıydım bunu?’’  Ve bazen de sayıklıyordu: ‘‘Ben, ben suçlu değilim!’’

            O bunu neye dayanarak söyledi, bilmiyorum. Belki de yalnızca kendisini rahatlatmak içindir, belki de iliklerine işleyen suçluluğa beceriksizce karşı koymaktır. İkisi de aynı yola çıkıyor. Mühim olan onun ‘‘Ben suçlu değilim!’’ sözünde haklı olmasıdır. O tek başına suçlu değildir; suçlulardan biridir. En ciğersizi, en zayıfı, en hürriyetsizidir. 

            Mithat alçakça bir alevin onu tutuşturmasından büsbütün sorumlu tutulmamalıdır. Çünkü o alevin bir yaratıcısı, saiki vardır. omnipotent Tanrı. Eğer o irade etmeseydi alevin yanması, Mithat’ın Sencer’i öldürmesi mümkün müydü? Bu halde Mithat’a olsa olsa öfke duyulabilir ve bağırılabilir: 

‘‘Alevler seni yakarken hiç çırpınmadın, öylece durdun!’’

            Kuşkusuz o da kendisine kızanlara şu yanıtı verecektir:

            ‘‘İyi ama başka ne yapabilirdim ki?’’


Son