SABAH 09.18


"Önce tek el silah sesi, sonra tek nefes bir ağlama sesi" diyordu babam. Devam ediyordu, “bu hayat beni tanrının can takasına da yakından şahit etti. Hasan Bey gitti, sen geldin. Karşı komşumuzdu. Çok da gençti aslında. Kader işte...”


Babam, doğduğum günü anlatmaya her zaman böyle başlardı. Etkileyici bir hikâye anlatıcısıydı. Her zaman onun gibi olmak isterdim. Bir şeyler anlatmaya başladığında herkes pür dikkat babamı dinlerdi. O da uzun uzun anlatırdı. Yalnızca benim doğduğum, Hasan Bey’in ise intihar ettiği o günü anlatırken ince puntolu kalın roman girişi yapar, kısa hikayeciler gibi bitirirdi. Benim ömrümün de kısa bir hikayesi olacağını hissetmiş gibi gelirdi hep. Önceleri rahatsız ederdi bu düşünce beni, içimde bir yerleri acıtırdı. Ama artık eskisi gibi acıtmıyor sanki. Öyle olsaydı tüm bunları yazmaya cesaret edebilir miydim, bilmiyorum. Yine de yazıyorum işte. Uyandıktan hemen sonra. Kahvaltıdan biraz önce.


Her şey çok ani oldu. Sabah uyandığımda gitmeden önce bir şeyler yapmam gerektiğini bilerek uyandım. Bir hikayem olmalı diye düşündüm önce, sonra hikâyenin ben olduğum düştü aklıma. Bu düşünce beni öyle heyecanlandır ki son paramı defter ve kaleme verip ekmeği veresiye aldım. Birazdan o ekmekle kahvaltı yapacağım. Sonrasında… sonrasını sonra düşünürüz. Çay demini almak üzeredir. Bir haftadır ilk kez bir şey kaynıyor ocakta. Bir kalem ve bir de kâğıt ne çok şey değiştirdi şimdiden. Belki hikayemin sonunu da değiştirir, kim bilir?


ÖĞLEDEN SONRA 14.50


İşte geldim. Yalnızca birkaç saat yoktum ama yazmaya ara vereli yıl olmuş hissine kapıldım. Bir ömürlük geç kalma hissi. Yine de yazma işi beklediğimi verecek gibi değil. Ben isterdim ki bir kalem ve bir kâğıt çay demlemekten fazlasını yapsın. İsterdim ki, her cümlenin sonunda sizinle karşılaşayım. Sadece bir şeyler yazarken yalnızlığımı unutmak, sonrasında ona geri dönmek hiç yaşamak istemeyeceğim bir şeymiş. İşte tam da bu sebeple yazma işi istediğimi vermek ya da istemediğimi almak zorunda.


Öncelikle evimde bir sandalyemin bile olmadığını söylemeliyim. Bana üzülmeniz ya da acımanız için söylemiyorum. Sadece yok işte. Onun yerine kaçıncı el olduğunu bilmediğim iç demirleri paslı bir koltuğum ve salonun ortasında duran, mermeri çatlamış büyükçe bir sehpam var. Sehpanın üzerinde de şu an okuduklarınızı yazdığım bir defter var ki tam olarak kahvaltıdan kalma birkaç zeytin tanesinin yanında duruyor. Eskiden koltuğun ve sehpanın altından odanın girişine kadar uzanan bir de halı vardı. Diğer bütün gereksiz eşyalar gibi evin 1+1’indeki artı birinde kilitli şu an. Şimdi fark ediyorum ki, fikirlerim değil ama davranışlarım komün hayatına geçmiş. Kullanmadığım, fazlalık olduğunu düşündüğüm her eşya, yine kullanmadığım bir odada kilitli duruyor.


Yazmak, derin bir nefes almak gibiymiş. Öyle ki, yazarken artık kullanmadığım eşyalarımı bile anlatmak istiyorum. Hatta çocukken koşup yaraladığım dizimi, yumruk yumruğa ettiğim ilk kavgamı, peşinden koştuğum ilk kızı, okuduğum ilk kitabı, rapçi Ceza’nın aslında Türk olduğunu öğrendiğim anı, liseye başladığım ilk gün “beni burada neler bekliyor?” diye düşünerek attığım ilk adımdan mezun olduğum gün attığım son adımıma kadar o kadar çok şey anlatmak istiyorum ki… Bu kadar çok nefese ihtiyacım olduğunu bilmiyordum. Gelin size nefesimi kimler çaldı, onu anlatayım.