17.30'da evden ayrıldı. Şehrin hafifmeşrep sokaklarında yürürken henüz batmaya niyeti olmayan akşam güneşinin sıcaklığını geniş ve parlak alnında hissetti. Yılın belki de son güneşli günleri yaşanıyordu. Sonbaharın son demleri sürerken havanın akşam serin olabileceğini önceden tahmin etmek zor olmasa gerekti. Elinde, oyuncağını vermek istemeyen bir çocuk gibi sıkıca tuttuğu sol kol dirseği yamalı, eprimiş hırkayı o hariç herkes fark ediyordu. Nereye gidiyordu? Ne fark ederdi ki? Hayatında ilk defa kendi başına aldığı bir kararı uyguluyordu. Baudelaire "Nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi gelir." demiş ya hani, işte, neresi olursa olsun ona iyi gelecekti. En azından o öyle düşünüyordu.
Susadı. Tam 12 dakikadır aralıksız yürüyordu. Kuruyan boğazını, lütfedercesine suyla buluşturdu. İçinde umudun ufacık bir kırıntısı olmasa bu suyu içmezdi belki de. Biraz soluklanmak için ağacın yanındaki banka oturdu. Gölgesi ters tarafa düşen ağaç, bir işine yaramıyordu. Öylece duruyordu işte. Arka cebinden bileti çıkardı. Sanki yıllardır oradaymış gibi buruş buruş olmuştu bilet. Kurtuluşunu gitmekte arayan biri için bilete verdiği değer, ağacı hayrete düşürmüştü. Yoksa daha önce yapmış mıydı bunu? Sanmıyorum, tedirginliği her halinden belli oluyordu. Hareket saatini kontrol etti. Başını kaldırdı, içini çekti, buğulu gözlerini gökyüzünden alıp son bir kez şehri süzdü.
Vakit geldi. Bu her şeyi geride bırakma arzusu öylesine büyüyordu ki içinde onu ileride nelerin beklediği umurunda bile değildi. İnsan kendinden kaçamazdı elbette ama yine de bunu tecrübe etmekten çekinmeyecekti. Uzun bir yolculuk oldu. Bir bavul, hırka ve uykusuzluğun göz kapaklarına yüklediği ağırlıkla indi trenden. Yeni doğan güneşi selamladı, sabahın erken saatlerinde esen rüzgara, içini ürperten o hafif soğuğa bayılıyordu. Ne yapacağını bilmiyordu şimdi, etrafına baktı, bir planı yoktu, sevmezdi de zaten planları. Hiç bilmediği sokaklarda bir başına yürüyordu, hoş normalde de bir başınaydı fakat bu hepsinden farklıydı. İnsan bilmediği bir şehirde tanıdık bir yüzün hasretini -kim olursa olsun- çekiyordu. Bir hüzünle geçti yolları. İhtimal ki dün gece terk edilmiş, oyuncaklarının üzerinde çocuk seslerinin tortusu kalmış parkta, ağacın yanındaki banka oturdu. Bir yerden anımsadığı bu tedirginliğe anlam veremedi. Geride bırakılmayan duyguların mekanla bir ilgisi yoktu çünkü nereye giderse gitsin kendini de oraya götürecekti. Farkında bile değildi. Gökyüzüne baktı, ağaca baktı. Sadece kendisinin duyabileceği bir sesle "Dejavu," dedi.