Sevgili günlük. Bugün hangi renk olarak tanımlayacağımı bilmediğim bir gün yaşadım. İlk saatlerim gayet heyecanlıydı benim için. Klinik psikolog olarak ilk resmî görevimin ilk iş günü. Odamın kapısına astıkları isimliği -Klinik Psikolog Perihan ŞİMŞEK KOCA- okumaya, tekrar tekrar okumaya birkaç dakika ayırdım. Hatta masama geçip kurulunca da biraz daha süre tanıdım kendime zihnimde, adımı isimlikteki gibi anmak için. Masamın karşısına konulmuş bej renkli iki kişilik koltukta hastalarımı ağırladığımı hayal ediyordum ki görevli hanım odaya girip bir dosya tutuşturdu elime. İlk vakam. Pembe, üçüncü kalite kâğıttan dosyanın tam ortasında mükemmel bir hat ustası keçeli kalemle sanatını icra etmiş gibi duran kocaman hasta adı: “Baybora BADEM”. Görevli hanım, “Hocam hasta bu sabah intihar etmiş hâlde bulunmuş, sizden dosyayı inceleyip bir rapor vermenizi istiyorlar.” Suratım düştü. Dudaklarımın kenarları dudaklarımın ortasından daha aşağıya, daha geriye çekildi sanırım. Suratsız hâlimle görevliye bir şey demeden dosyayı açıp okumaya başladım. 


Özet 


Hasta kırk beş yaşında erkek. Fiziksel sağlık durumu stabil ve düzenli kullandığı ilaç bulunmamaktadır. Delüzyon, hezeyan ve halüsinasyon bulguları tespit edilmiş olup paranoid ve desorganize şizofreni tanısı üzerinde heyet kararı vardır. Hastanın son müşahedesinde hasta hikâyesi tekrar istenmiş ve ses kaydına alınmıştır. Aşağıda hastanın bire bir anlatımı mevcuttur:


 “Merhaba Doktor Bey. Sanırım yine aynı şeyleri anlatmamı istiyorsunuz. Bu hikâyeyi neden anlamakta ve kabullenmekte bu kadar zorlanıyorsunuz, anlamıyorum doğrusu. Sizin kalbiniz ve aklınız birbiri ile hiç çatışmaz mı? Söyleyin bana, en kadim savaş bu değil midir? Bin yıllardır insanlık kalbin ve aklın birbiri ile geçinemediğini hatta aynı ortamda durmakta dahi zorlandığını söylemez mi? Benim hikâyem de sadece bu. Ha sadece siz sıradan insanlar, aklınıza ve kalbinize layık yaşamadığınız için onları gözlerinizle görmeye muktedir değilsiniz. Sizler için bunlar soyut kavramlarken bazılarımız için somutturlar. Tek ihtiyacınız olan şey, buna layık yaşamak ve biraz meditasyon. Ben aklım ve kalbimle gayet sağlıklı ve gayet somut bir ilişki yaşıyorum. İnanmıyorsanız size onlardan bahsedeyim. Aklım, 50’li yaşlarda ihtiyar bir delikanlı. Benden birkaç santim uzun, benden birkaç kalıp yapılı. Kendimi bildim bileli benden o sorumludur. Ondan izin almadan adım atmam. Ona çok güvenirim. O beni hep korur kollar. Çocukluğumdan beri ne öğrendiysem onun sayesinde öğrendim. Hatta bir dönem onun bilmediği hiçbir şey yoktur diye düşünürdüm. Kalbim ise hayatıma daha sonraları girdi. Benimle aynı yaşta 25’lik bir çıtır hatun. Zaten o hayatıma girince ben hep aynı yaşta kaldım. Şu suratsız hemşirenin beni işaret ederken dediği gibi “şu yaşlı adam” falan değilim ben. 25 yaşındayım. İsterseniz kanımı kemiğimi inceleyin, yaşımı analiz edin. Neyse, ben hikâyeyi anlatayım. Dediğim gibi kalbim hayatıma aklımdan bir müddet sonra girdi. Ben de gayet memnundum hayatıma girmesinden ama aklım, geçen onca baş başa yıldan sonra hâliyle kalbimi kolaylıkla kabullenemedi. Önceleri belirli belirsiz selamlaşırlardı karşılaştıklarında. Sonra vakit geçtikçe ve birbirlerini gördükçe bir diğeri ortamı terk etmeye başladı. Tabii bu, kolaylıkla kabullenebileceğim bir durum değil. Bana her ikisi de lazım. Benim adım Baybora. Ben aklını ve kalbini dünya gözüyle gören duyan adamım, bu kadim savaşı da elbet ben bitiririm. Mükemmel bir barış olmasa da uyumlu olmalılar ki ben hayatıma hem aklım hem kalbimle devam edebileyim. Ancak ne yaptımsa olmadı. Üçümüz aynı anda aynı yerde bir türlü olamadık. Aklımla günlük hayat üzerine yapılıp edilecekleri konuşurken odaya kalbim girse anında derin bir sessizlik oluyor. Kalbimle şarkılar söyleyerek yemekler yaparken odaya aklım girse garip bir gerginlik oluyor. Hele bir keresinde salonun ortasında kalbimle romantik bir müzik eşliğinde dans ederken aklımın bizi görüp, kapıyı bir çarpıp çıkması vardı ki sorma! Sanki kanlılarına baskına giden eşkıyalar gibiydi suratı. Baktım ki bu iş böyle olmayacak, yardım istemeye karar verdim. Erkek kardeşime bahsettim bunlardan. O zevzek de beni oldum olası sevmez zaten. Üstelik beni sevsin diye çok çabaladım, çok zaman ayırdım. O da benim buraya tıkılmama sebep olup beni hayattan ayırdı. Eline sağlık. Küçük kardeşim zaten hep bayılır bir şeyi bir şeyden ayırmaya. Ben aklımı ve kalbimi, neler yaşadığımızı ona anlattım, o da gelip size anlatmış. Oğlum madem anlatıyorsun, doğru anlatsana şunu. Güya aklım, çok akıllı bir bok değilmiş de babammış. E benim babam ben çocukken öldü. Eksikliğini çekmeyeyim diye aklım sağ olsun, beni yalnız bırakmadı. Güya kalbim de kalbim değilmiş de karımmış. Lan arkadaş bende dünyadaki kadınlara bakacak göz var mı? Ben aklını ve kalbini ilk kez dünya gözü ile gören adamım, bana kanatları olan bir kadın olacak ki ancak öyle âşık olacağım. Ama suç bende. Bu kadar hasedi taş olsa kaldıramaz, çatlardı. En son kırılma noktası da ne oldu, biliyor musunuz Doktor Bey? Ben bunları sokağın sonundaki kafede kardeşime anlattım. Bu da boncuk boncuk terledi tabi. ‘Hadi kalk, seni evine bırakayım.’ dedi. Eve girdik, salondaki kanepede aklım kalbimi dizine oturtmuş, kucaklaşıyorlar. Allah’ım dedim, işte sonunda dünyalar benim oldu. İşte dedim, kimsenin yapamayacağını ben yaptım. Akıl ile kalbin kadim savaşını sona erdirdim. Dizlerimin üzerine kapaklanıp sevinç gözyaşlarıyla haykırdım. Sonra bir ayıldım ki buradayım. Kardeşim hasedinden, kininden beni buraya kapattırmış. Sen söyle doktor, ben bunu hak edecek bir adam mıyım?” 


Evet sevgili günlük. Bunları anlatan adamın raporuyla geçti günümün geri kalanı. Bir profesyonel olarak ne üzülmeliyim ne de hafife almalıyım. Hele ki endişelenmek asla! Zaten insanın acılarını başka hikâyelere aktarmak, en bilinen kaçış yoludur. Hayatımızdan endişeleri ve sırları çıkarmanın ilk akla gelen yolu, gerçekliğin dokusunu bozmaktır. İlk senenin ilk dersinde öğrenmiştik bunu. O yüzden sıradan bir durum rafına kaldırmam gerekiyor bu vakayı. 


İlk günün cüreti ile birkaç saat erken kaçtım işten. Hem duygu durumumu dengelemem gerekiyordu hem de sevgili kocam akşama misafirimiz olduğunu mesai bitimine birkaç saat kala haber vermişti. Bu adama neden anlatamadım bunu ya? “Baybora!” diyorum, “Misafirimiz olacaksa bir gün önceden haber ver ki hazırlık yapayım.” ama bir türlü dinletemiyorum. Neyse ki kayınpedermiş gelen. Sevdiği yemekler, dışarıdan hazır alabileceğim şeyler. Bir saçımı başımı düzeltsem yeter.