Bir Ocak günü, soğuk ve karlı havada, gri bulutlar gökyüzünü kaplamıştı. Rüzgarın uğultusuyla birlikte cezaevinin kapısına doğru ilerliyorduk. Bu cezaevi kapısını gördüğümde, içimde bir karışık duygu fırtınası başladı. Bu küçük ……… cezaevi, herhangi bir mahkumun kabusu olmalıydı. Polislerin arabasından indirildik ve demir kapının önüne sıralandık. Dört gardiyan, sanki beni beklerken dövmek için sabırsızlanıyormuş gibi duruyorlardı. İçeri girmek zorundaydık, kaçış yoktu.

Arama işlemi tamamlandığında, içeri doğru yürüdük. Cezaevinin içi, bana tanıdık gelmeyen bir yerdi. Diğer cezaevlerinde de 6 sene yatmıştım ama bu yer, sanki yerin derinliklerine iniyormuş gibi hissettiriyordu. Yaklaşık 50 adım merdiveni inerek mahkumların koğuşlarına ulaştık. Gözlerim duvarları yıkık, rutubet ve pislik içindeki bu mekânı süzdü. Hemen fark ettim ki, burası hiçbir diğer hapishaneyle kıyaslanamayacak kadar köhne ve dehşet vericiydi.

Malta değimiz hapishane koridorunda yürürken, demir mazgallarının arkasında ki mahkumların suratlarının ifadesi bana her şeyi anlatıyordu. Uykusuz geceler, hücrelerde sıkışmış yaşam, isyan çığlıkları umutsuzluk ve sürekli bir tehdit hissi. Duvarlar arasında, insanların geçmiş hatalarını düşünerek pişmanlıkla dolup taştıklarını hissedebiliyordum. Bu hapishane, daha önce hiç deneyimlemediğim bir tür çaresizlikle doluydu.