"Hafızamızın zayıf olmasının sebebi her yaz Kur'an kursuna gitmemizdi." dedi. 

"Ne alaka?" dedim. 

"Hatırlamıyor musun? Kaytarınca kafamıza ne yumruklar yediğimizi."


Garip bir adamdı, Faysal. 

Size biraz ondan bahsetmek istiyorum. 

Uzun zaman yanımda olan dostum olurdu kendisi. 


Evimin karşısındaki kimsesiz parka oturuyordum. 

Gecenin uyanmaya başladığı bir gündü.

Benim de gökyüzündeki yıldızları seyretme mesaime başladığım bir gündü. 

Ses duydum birden bire;

"Peki ya tüm galaksi tanrının kedisinin pislediği kumdan ibaretse?" 

Şaşırmıştım.

Yanıma oturmuş sırıtkan ağzıyla, kurduğu cümleyi sanki kafamın içinden sufle almışcasına söylemişti. 

"Sen de kimsin?"

Rahatsız olduğumu sezmiş olacak ki ani bir ciddiyetle genzini temizledi ve "Faysal" dedi. 

Samimiyetsizce "Memnun oldum." dercesine başımı sallayıp gözlerimi tekrar usulca yıldızlara çevirdim. 

"Kurumuş bir kedi gübresine göre fazla düşünüyorsun!"

Gülüşünde bir ukalalık söz konusuydu ama nedense sempatik gelmişti. 

"Peki ya güneş? O neyi olur tanrının?" dedim. 

"Güneş, sapsarı iltihap biriktirmiş sivilcesi olabilir." 

"Savaşlar?" 

"Tanrıdan aldığımız kredilerin geri ödemeleri." 

"Kuşlar?" 

"Onlar bir sır taşır. Bazı insanların öğrenmeni istemeyeceği bir sır." 

"Nedir?" 

"Yaşamak." 


Faysal'la böylece tanışmış olduk. 

Enteresan çıkarımları, kendine özgü aforizmaları olan garip bir adamdı Faysal. 

Bir keresinde Satürn'ü sorduğumda; “Tanrının tadını beğenmeyip kenara attığı lolipopu" demişti. 

Hak verdiğim kadar bazen ağır saçmaladığını da söylemeliyim.

Ama en azından bir fikri vardı. 


Garip bir adamdı Faysal. 

Ayaklarında hep puslu bir siyah kundura vardı. 

Onları ne temizler ne çıkartırdı.

İnce yüzlü, minyon tipli, gariban bir duruşu vardı. Fakat sinirlenince epey ürkünç bir havaya bürünürdü. Göz altları iyice morlaşır, dudakları kaybolur, öfkeli bir zombiye benzerdi. Yüzünde bazı yanık izleri vardı. 

Kaşlarını ve başının üstünü sürekli kazırdı.

Neden böyle yaptığını sorunca;

“Yaşlanınca zaten dökülecek, şimdiden alışmam gerek." diye cevap verir ve alaycı bir tebessüm takınırdı. 

Kendisiyle barışık bir adamdı Faysal, benim gibi şahsiyetine hasımca eleştirilerde bulunmazdı. Sosyaldi ama insanlar onunla pek konuşmazdı. Alaycıydı, muhtemelen sebebi buydu. 


Faysal'la neredeyse her gün görüşüyorduk. 

Aklımıza gelen her konu hakkında konuşuyorduk, eğleniyorduk. 

Faysal'la bir konuda tartışırken kazanma şansım imkansızdı. 

Her zaman konuya benden daha hâkim olur, olmasa bile öyle gözükür, haklı çıkma sanatını metanetle icra ederdi. 

"Schopenhauer'den ders aldık!" diyerek kendini her fırsatta limitsizce övmeyi pek severdi. 


Ne yapacağını tahmin etmek çok güçtü. 

Bir keresinde metroda, kendi aramızda şakalaşırken arkamızda telefonla konuşan adama dönüp bir yumruk salladı.

Adam yere kapaklanırken metro tam o esnada duraktaydı, hızlıca çıkıp oradan kaçtık. 

Neden böyle birşey yaptığını sorduğumda; "Çok bağırarak konuşuyordu, sinirlendim." demişti. 


Faysal'ın böyle intikam güdüleri vardı ve dozu bazen kaçırıyordu. Bir gün araba kullanırken duraktaki yayayı ezmeye çalıştı. Sebebi ise duraktaki kadını rahatsız etmesiymiş. Karakolluk olmuştuk.

Son anda şahıs, kadının da ondan şikayetçi olacağını öğrenince şikayetten vazgeçmişti. Ucuz atlatmıştık. 


Çok kitap okurdu. 

Kitabının karalanmasından hiç hoşlanmazdı. En sevdiği yazar Dostoyevski'ydi.

"Dostoyevski okuduğumdan beri huzurum yok." derdi, Cemal Süreya gibi. 

Pink Floyd'u çok severdi ama ilk albümünü.

"Syd Barret, Rock müziğinin peygamberidir." derdi.


Çocukları gürültücü bulurdu. Hayvanları çok severdi. Sokak köpekleriyle saatlerce usanmadan oyunlar oynar, onlarla sanki konuşur, arkadaş olurdu. Tüm köpekler onu tanır, görünce ona eve kadar eşlik ederdi. 

Fakat yerdi de baya. Mangala bayılırdı. 

Az pişmiş etle övünürken veganlık hakkında ne düşünüyorsun, diye sordum. 

"Zengin çocuklarını öldürmeli, asıl katiller onlar.” demişti. 

Enteresan bir önermeydi ama işte diyorum ya Faysal garip bir adamdı diye.  



Hemen hemen her cumartesi akşamı Faysal ile beraber Death Metal'den dökme tonlarla Anadolu rock yapan, Kadıköy'ün şamatalı barlarına giderdik. 

Dört beş tekila sonrası hızlıca kampanyadan iki Pera 3 içer, mekanın "Kapattık!" nidalarına bir saat kala son fıçımızı söylerdik. 

Hafif çakır oluşumuzdan mütevellit ve sonlara doğru mekanın blues çalmaya başlamasıyla;

"Blues" derdi. 

"Hayatın özetidir. 

Hatalı notaların estetiği... 

Yaşam, müthiş denklemlerle dolu algoritmadan ibaret. 

Bu denklemlerin genellikle hataları belli. Tıpkı blues'u blues yapan minör notalar gibi..."


Fakat Faysal'ın pek sevmediğim bir huyu vardı.İçince her konuşmanın sonunu bir şekilde politikaya bağlar ve saatlerce susmazdı. Buna rağmen hatta etraftaki gürültüye rağmen dinleme mücadelemden bir an bile vazgeçmezdim.

 

Faysal, sanatın moneter bir endüstriye dönüştüğünü, güzel söz yazanların hükmü kalmadığını, sınavların gençlere devletler tarafından kurulan travmatik tuzaklar olduğunu, üniversitelerin işsizlik oranını ertelemek için kurulan acınası kurumlar olduğunu, KPSS’siz bir gezegenin mümkün olabileceğini, insanın dünyaya köle gibi çalışmak için değil yaşamak için geldiğini, 

bunun da ancak paylaşarak kazanılacağını, 

paranın değerinin dövizle değil zaman ile ölçülmesini, insanların ölüm ve mutsuzluktan bu kadar korkmamaları gerektiğini, nitekim ölüm deneyiminin sonrasıyla ilgili kesin bir bilgi olmamasından dolayı kötü olduğu varsayımının bile saçma olduğunu, mutluluğun değerinden fazla abartıldığını melankolinin de lezzetli bir yemek olduğunu savunurdu. 


"Ben olsam Ayasofya'yı akıl hastanesine çevirirdim, insanların camiye değil akıla ihtiyacı var."

"Epey uçtun sende, hani tanrıya inanıyordun? 

"Tanrıya inanıyorum, insanlara inanmıyorum. Baksana Tanrı'nın güvenini kaç defa kırmış olmalılar ki onlarca kitap yollama zahmetinde bulunmuş."