Bir pazar sabahı biten ilaçlarımı temin etmek için nöbetçi eczane arıyordum. Nihayet Ümraniye'nin iyice semizleşmiş kalabalığının aralıklı bir sokağında buldum. 

Eczacı istediğim ilaçları ararken içeri bir kadın girdi. 

Onu gördüğüm anı hangi kelimelerle anlatsam inanın, bilmiyorum. 

Kısacık saçları, yeşil mi yoksa mavi mi belirsiz fakat dupduru gözleri ile bir Ece Ayhan şiiri gibiydi. 

Yorgun ve kısık sesiyle; "Flufenazin var mı?" dedi.

İçimde birden bire irili ufaklı levhalar hareket ediyor, dağlar gibi sarsıntı yaşıyordum. 

Sanki önemli bir işim varmışcasına ivediyle çıkmak istediğim bu sıkıcı dükkan, gezegende olmam gereken tek yere dönüşmüştü. 

O an elinden tutup koşmak istedim, onu seveceğim tüm kara parçalarına.

Fakat nutkum öylesine tutuldu ki o esnada içimde arz eden duygunun ne olduğu anlamaya çalışıyordum. 

Zira pek sosyal birisi değildim, kadınlar konusunda biraz da çekingendim. 

Ayrıca ilk kez gördüğüm bir kadına karşı duyduğum bu heyecan neyin nesiydi? 

Bir de benim varlığımı pek fark etmediği belliydi. 

Fakat kolundaki morlukları fark etmemek mümkün değildi. 

Her zerresi kedere haberci, bakışları bulduğu her boşluğa kitlenen bir kadın.

Kötü şeyler yaşamış insan hâlidir bu, nerede görsem tanırım. 

Eczaneden çıktığı gibi alelacele içmeye başladı ilaçları. 

Kahvaltıya eczanede başlayan bir insan nasıl bir vahamet yaşamış olabilirdi? 


Süspansiyonlu minibüste seyretmek uzay boşluğu hissiyatı yaşatır. 

Kırmızı reçeteli ilaçlar uysal yaşamlara zararlıdır. 

Eve dönerken aklımdan çıkmayan kadını dikkatli bir uğraş gibi düşünmeye koyuldum.


"Tüm savaşlar, kadının dudakları ile boynu arasında yapılır ve maalesef ölenler genelde kadındır."

"Ne istiyor bu adamlar? Neden savaşın kurbanı hep kadınlar?" 

"Dünyayı güzelleştiren şiirlerdir kadınlar. 

Üç beş yazım hatasından ibaretse bu adamlar, öldürür şiiri veya enkazda bırakır. Bazısı da okur, sever, yaşatır." 

Faysal haklıydı. 

Gördüğüm kadın enkazda kalmıştı. 

"Belli ki yazar." dedi, Faysal. 

"Nereden anladın?" 

"Görmedin mi? Bir elinde edebiyat dergileri, diğerinde ellerinde kurşun izleri var."

"Nesin şimdi de Sherlock mu?" 

"Hayır dostum, sen dikkatsizsin." 


Nihayet evin kapısından içeri girip kendimi kanepeye atabilmiştim. 

Başımın belası kedim yine koltukları parçalamıştı.

Hiçbir şeye dokunmadan masamın başına geçtim. 

Birkaç şey denedim ama içime bir türlü sinmiyordu yazdıklarım. 

Yine de devam ettim. 

Beyaz kâğıtlardan Yediemin hurdalıklarına dönmüştü masam. 

“Beyaz bir kâğıtla her şeyi yapabilirsiniz.”

Mesela dünyayı değiştirebilirsiniz, dünyanızı, dünyaları. 

Bir mucizeye inanabilirsiniz, inandırabilirsiniz veyahut uçak yapabilirsiniz.

Hepsinden kararında bir nüfus oluşturmaya özen gösteriyor, vahiy hangisine inecek diye ilhamın kapısını sürekli çalarak rahatsızlık veriyordum. 

Meraklı ve kararsız bir biçimde yazıların bazen soğuk, bazen sıcak seyr-ü sefer ikliminde kayboluyordum. 

Kendimi öylesine kaptırmıştım ki bu akşam Faysal'la buluşacağımı unutmuştum. 

Bir sigara yaktım. 

Telefon çaldı. 


"Alo, Faysal?" 

"Buraya gelmelisin. O burada!" 

"Kim Faysal?" 

"Yahu yok mu şu eczanede gördüğümüz kız, o işte karşı masamda oturuyor."

"Neredesin?" 

"Nevrotik Bar" 


Hemen üstüme siyah deri ceketimi giyip apar topar yola koyuldum. 

Mekana geldiğimde Faysal bana buradayım dercesine el sallıyordu, fakat gözüm onu arıyordu. 

Ortalık epey gürültülü bir o kadar da loştu. 

Evet! Oradaydı. Buradaki çalışanla koyu bir sohbet içindeydi. 

Muhtemelen burada çalışıyordu. 

Belli ki mesaide değildi ama mekanında içmek için gelmişti. 

Veya çalışan arkadaşıydı.

Faysal'ı daha fazla bekletmeden yanına oturdum. 

"Neredesin oğlum? Daha demin yalnızdı, tanışmak için bir fırsat vardı."

"Ancak gelebildim evde işleri bitirip." 

"Ne işin vardı?" 

"Senin gibileri galaksiden temizliyordum." 

Faysal uzunca bir kahkaha attı, fakat kahkahası o kadar uzun sürdü ki bir ara masaya kapaklanıp kaldı, o ara nefes aldığından süpheliyim. 

"Kedi kumu temizlediğini böyle fiyakalı esprilere vurduğuna göre günündesin, görelim seni aslanım." 

"Bilmiyorum Faysal gerildim, önce biraz içmeliyim." 

"Pekala, benim gitmem gerek zaten acil bir işim var." 

Şaşırmıştım. Faysal'ın ne işi olabilirdi? 

Aslında bunu daha önce ona hiç sormamış olmamama şaşırdım. 

"Nereye?" 

"Galaksiye yeni benlikler doğurmaya." dedi ve gitti. 

Giderken o rahatsız edici kahkahasını atmayı da ihmal etmedi. 

Hatta öyle patırtılı bir kahkahası vardı ki mekanın dışından bile duyumsanıyordu. 

Sahiden ne garip bir adam. 


Yalnızdım. 

Yalnızlık paha biçilemez bir ayrıcalık fakat çekilmez olduğu da mutlak.

Acaba hangisini seviyorum?

Ciddiye aldığım kararsızlıklarımla konuşmaya kaptırmışken kendimi, bana baktığını fark ettim. 

Bakışlarımız kesişince hafif bir belirginlikle tebessüm etti. 

Bembeyaz bir elbise giymişti, teni gibi. 

Sağ tarafında masaya dayadığı sarı şemsiyesi.

Sırtının sağ tarafında, köprücük kemiği hızasında, ancak 5-6 metre mesafeden okunabilen "inmemores" yazan bir dövmesi. 

Gülerken sadece üst dişleri gözüküyordu.

Gülünce, gözleri gülüşüne eşlik ediyordu. 

Birden ayağı kalktı. 

Bakışlarımız tekrar kavuştuktan sonra bana doğru bir rota çizdi. 

Usulca yaklaşıyordu, içimden "bu muhtemel mucizelerin kaçıncısı?" diye geçiriyordum. 


"Oturabilir miyim?" 

Kalbimin kabin basıncı düşmüştü. 

Yüksek dozda adrenalin nöbetlerine pek alışık değildim.

"Tabii"

Stresli durumlarda hemen bir sigara yakarım. 

Hareketlerimi, konuşmamı alabildiğince yavaşlatırım.

Kendimi sakinleştirmek için bulduğum bir metot. 

"Çok sigara içiyorsun." dedi. 

"Bazen fazlasının zarar olduğu hatırlamam gerekiyor." 

"Beni hatırladın mı?" 

"Evet, geçen eczanede karşılaşmıştık."

Belirsiz bir sessizlik kapladı bir anda atmosferi. 

Bu tarz sessizlikler genelde tehlikelidir. 

Bir şeyler yapmalıydım. 

Bu tanışmayı şarampolde bitirmeye niyetli değildim. 

"Şiir mi yazıyorsun?" dedim. 

"Bazen... Vakit buldukça."

"Okursan dinlerim." 


Birkaç saniye duraksar gibi oldu. 

Yüzündeki karar arafı saniyeler içinde hükmünü vermiş olacak ki tebessüm etti ve "Olur!" dedi. 

Gözlerini benden tek bir an bile ayırmadan şiiri okumaya başladı.


"Seni dümdüz bir yolda bana doğru yürürken görmeyeli, 

Kendimi dümdüz bir aynada, 

Güzel bir elbiseyle beğenmeyeli, 

Yanaklarım al al ve gülümserken, 

Seni ellerimin uzanabileceği kadar yakında hissetmeyeli, 

Ne kadar oldu?


Şimdi ölürüm, adım bir mızrakla kazınır aklına, 

Şimdi kollarımdaki bu morluklar, 

Gözlerimin gök rengi, 

İçtiğim ilaçlar, 

Hepimiz bir ederiz bu dünyayı. 

Ben bir boşluğa gülümsemeyeli, 

Seni yaşarken sevmeyeli, 

Ne kadar oldu?"


Şiirin sonuna gelmeye yakın sesi titrekleşti. 

Şiiri okumamıştı, adeta yaşamış gibiydi. 

Ben ise bütün ömrümü bu anın içinde geçirmek istiyordum. 


"Biliyor musun? Bunu vücudumda gezinen kanlarla yazdım."


Bunu söylerken tek bir mimik hareketinde bulunmamıştı. 

Nihayet benim ciddi bir şaşkınlığa büründüğümü görünce kahkahasını tutamadı. 

İçimden Faysal'la iyi anlaşacakları kanaatine vardım. 



Şiirden, sanattan, aşktan, ölümden aklımıza gelen her konuyu konuşuyorduk. 

Sanki önümüzde çeşit çeşit yemek bulunan kocaman bir masada gurmelik yapıyor, ortak damak zevklerimizi arıyorduk. 

İkimizin de bundan keyif aldığı belliydi. 

O geceki tek düşmanım akrepti. 

İnsan hayattan biraz zevk almaya kalksa bu akrebe ne oluyor böyle?

Derdin ne senin? 

Bırak bizi bu anda kitlenip kalalım.

Açma kapıyı! 

Ben bu kuarkların arasında yaşamaya razıyım.


Her şey yerli yerindeyken, süregelen zaman artık peşimizi bırakmışken veya artık bizim umurumuzda değilken keyfimizce, birden ayağı kalktı. 

"Benim artık gitmem gerekiyor." 

Afallamış bir halde, "Bir şey mi oldu?" dedim. 

"Gitmeliyim."

"Sen bilirsin." dercesine alt dudağımı hafifçe yukarı kaldırarak 2-3 saniye kadar yüzüne baktım. 

Şemsiyesini alıp tam kapıya doğru yönelecekken tekrar döndü.


"Bu arada... İstersen şehrin en tepesine çıkıp birer kadeh şarap içebilir, sahip olmak istediklerimizi alabilir, nefret ettiklerimizi aşağı atabiliriz."