"Sen de yaz."

"Bu bi' sanat dergisi, ayrıca ne yazacağım?" 

"Beni yaz, benden ala hikaye mi bulacaksın?" 


İnsan beyninin düşünmeyi bir iki saniye bıraktığı bir zaman dilimi vardır. 

Uykudan kalktığın, henüz bilincinin tam uyanmadığı bir iki saniyelik siyah bir boşluk. 

Düşünmeyi terk edebildiğim, yaşadığımı hissettiğim yegane eşref saniyelerim...

Fakat uzun zaman sonra güne "merhaba!" demek için sabırsızlanıyordum.

Uyanmak istiyordum çünkü yanı başımda yatıyordu Kayra. 


Evet, Kayra.  

Edebiyat dergilerinde kendisinden hallice şiirler yazan Kayra. 

İçindeki molozları oraya döküyordu anlaşılan. 

Kayra ile bir gece geçirmiş olmama rağmen sanki onunla yıllarımı geçirmiştim. 

Bunaltıcı derecede melankolik havasının yanında muzip bir havası olduğunu söylemeliyim. 

Bir de kedisi var, siyah benekli. 

Adı Müzeyyen. 

Tanrıça Bastet'e çok benziyor ama ondan daha sevimli olduğu kesin.


Tüm güzelliğiyle, ismi gibi gelmişti hayatıma. 

Dün gece şehrin en tepesinde ikimiz, Sartori Pinot Grigio dolu kadehlerimiz ve şehrin keşmekeş seslerini kapatan alacalı gülüşlerimiz... 

Yalnızlığa asileşen kelimelerimizle içimizdeki tatlı telaşlara sataşıyor, kelimelerimiz bitince bakışlarımızı birbirimizin gözlerinde unutuyorduk. 

Konuşuyordu ya hani, dudakları hareket ediyordu, anlattığı şeyi düşünme zahmetine girişleri öyle sevimliydi ki... 

İğne deliğinden iplik geçirircesine bir dikkate bürünüyordum onu dinlerken. 

Bilinçle yaptığım bir hal değildi, kendimi öyle buluyordum. 

Bir maddenin giderek kafamda yükseltmesi gibi her an yeni bir anda bulunuyor, kendimi tutamama hissi peşimi bırakmıyordu.

Beni o vaziyette görmek hoşuna gitmiş oluyordu ki bazen sevimli bir çocuk gibi şımarıyordu.

İyice sarhoş olmuştuk birbirimize. Cesaretten bir şüphemiz yoktu evin yolunu tutarken.


İçeri girdiğimizde "My Woman" şarkısı tüm evin atmosferine sinmişti.

Salona geldiğimizde Faysal, odadaki kanepede hafif kambur ve hissiyatsız bir halde oturuyordu. 

Bir şeyler kullandığı her halinden belliydi. Rengi gitmişti, soğuk terler şakağında benekler oluşturmuştu. 

Birden ayağa kalktı ve boşluğa doğru,

"İhtar!

Göge bakarak imkansız vaftiz edilmez. 

Vebalı çağda fare olmak olacak kaderin! Kaçacaksın ama kurtalamayacaksın, lanet umutlarına kısmet." diye bağırdı. 

Öfkeli bir ölü gibiydi. 

Göğsündeki saatli bomba geri sayıma başlamıştı adeta, kırmızı kablo çoktan kopmuştu. 

Şaşkınlık içinde izliyordum, duygu frekanslarım tepetaklak olmuştu. 

"Boşluk gerçeği doldurmaz!

İskarpinlerime dökülmüş olan içimdeki şeytanın ayak sesleri!"


"Kendine gel! Ne oluyor Faysal, bu ne hal?" 

Şaşkınlığımı tutamamıştım en sonunda. 

Kayra sakinliğini hiç bozmamıştı, hatta performans sahnesi izler gibi keyif aldığını hissettim. 

Faysal bizi fark edince ve benim çıkışmamı duyunca alıklaşarak sakinleşmeye başladı, kısa süre içinde durgun bir denize büründü. 

Bize bakıyor, boş bakıyor, bakıyor ama görmüyordu. 

Hiçbir şey söylemeden ceketini giydi. 

Önündeki şırınga ve yakmaktan siyaha çalınmış çay kaşığını ceketinin cebine koydu. 

"Nereye gidiyorsun?" dedim. 

"Tarihin tekerrür etmediği bir yere." diyerek çıkıp gitti. 

Kayra benim ciddiyetime rağmen kendini tutamadı ve gülmeye başladı. 

Açıkçası biraz uyuz olmuştum fakat bu geceyi hiçbir şeyin bozmasına müsaade etmeyecektim. 

Önemli olan Kayra'nın yanımda olmasıydı. Yeterdi. 

Ayrıca müziğin ezgisine de iyice kaptırmıştım kendimi, biraz da odayı kaplayan yoğun peynir kokusuna...


O gece güneşin can sıkan sürprizine kadar seviştik. 

Hala avuçlarımda onun yumuşak tenini hissedebiliyorum, orgazm çığlıklarını anımsayabiliyorum. 

Boynundan, tüyleşmiş saçlarının bittiği yerden başlayıp sırtından aşağı en güzel, en ayıp yerlerine kadar öpmüştüm. 

Sokak lambasının karşıdan yansıyan ışığında gözüken omuzlarındaki cılız tüyleri; sapır sapır karla kaplanmış, hiç dokunulmamış, ayak basılmamış gibi bembeyaz bir berraklığı andırıyordu. 

Hem sevişiyor hem gülüyorduk olur olmadık şeylere, yatakta hiç bu kadar eğlenmemiştim. 

Hayatımda hiç bu kadar eğlenerek sevişmemiştim. 


Sabaha doğru uyandığımda, Kayra ince bir sigara sarmış zıvanasını yerleştiriyordu. 

Bir süre ses çıkartmadan onu seyrettim. Sabahın ışıkları gözlerini yeşil ile mavinin arasında bir tonda boyamıştı.

Sırtında ve bacaklarındaki yara ve dikiş izleri dikkatimi çekti. 

Bu izleri yeni fark ediyordum, ciddi yaralara benziyordu. 

Sigarayı yakarken uyandığımı fark etti. 

"Günaydın!" dedi ve öptü. 

Öperken ağzında hapsettiği dumanı ciğerlerime dolduruyordu, bu hareketin tahrikiyle kendimizi bir kez daha üryan bir sevişmenin ortasında buluyorduk. 


Kayra ile birbirimizi rüya gibi sevmiştik. 

Acaba gerçeğe ihanet mi etmiştik? 

Tüm ihanetlerin son noktası intikamdır. 

Bu kehanetin kesinliğini bilmeme rağmen onu sevmekten vazgeçemiyorum, üzgünüm Kayra. 


"Bu yaralar... Nerede oldu bunlar?" 

Kayra soruyu duymazlıktan gelerek, "Olamaz! İşe geç kalmışım... Hemen gitmem gerek." dedi.

Yapay bir telaş olduğunu sezdim. 

"Nerede çalışıyorsun?" 

"Unuttun mu? Tanıştığımız yerde... Nevrotik Bar." 

Dedi ve hızlıca üstünü giyinip çıktı. 

Tahminimde haklı çıkmıştım, orada çalışıyormuş. 

Faysal'ın dediği kadar dikkatsiz değilmişim demek ki... 

Bu arada Faysal nerede? 

Dün geceki hali hiç iyi değildi. 

Bir arkadaş olarak ona bencilce davrandım. 

Ama dün gece fena halde uçmuştu, geceyi berbat edecek bir haldeydi. 

Faysal'ı aradım. 

Telefonu kapalıydı. 

Acaba dün gece peşinden mi gitmeliydim? 

Ya başına bir şey geldiyse, ya öldüyse, kaza yaptıysa? 

Evhamlarıma yanıt arayıp odanın bir tarafından diğer tarafına volta atarken kapı çaldı. 

Faysal geldi diye sevinerekten kapıyı açtım fakat gelen Faysal değildi. 


Dila gelmişti. 

Dila eski bir çocukluk arkadaşım. 

Bozcaada'da her yaz, ailelerimizin henüz ayrı olmadığı zamanlardan tanışıyorduk.

Yazlıklarımız karşılıklıydı, beraber büyümüştük. 

Dila; ayakları sağlam basan, kimseye muhtaç olmayan, aksine hep ona muhtaç olunan insanlardandı. 

Genelde başımı belalardan o kurtarırdı. 

Ailelerimiz ayrılınca biz de beraber evi terk edip İstanbul'a okumaya gelmiştik. 

Tahmin edeceğiniz gibi o okulda başarılı, gözde bir öğrenciydi. 

Ben ise güya son senemde aynı dersleri alttan dördüncü defa alıyordum. 

Dila bir melek gibiydi, anne şefkati tüm duygu ve davranışlarında fazlasıyla belirgindi. 

Bir de belli etmemeye çalışsa da beni sevdiğini biliyordum. 

Fakat kendim için aynı duygular ne yazık ki hiç oluşmamıştı. 

Birkaç defa söylemeye çalıştı ama bilirsiniz işte, olmadı....

Onu kaybetmeyi istemiyordum. 

Bu tarz komplike durumlar dışında birbirimizin ailesi gibiydik. 


"Nejat?... İyi misin? Dün geceden beridir halin bir garip." dedi. 

"İyiyim... Çok iyiyim Dila, sadece biraz yorgunum... Yorucu bir gece geçirdim." 

"Dün gece neredeydin?" 

"Bir kızla tanıştım işte onunla beraberdim." 

Dila'nın pek hoşuna gitmediğini anlamıştım. Bir şeye bozulduğu zaman göz altları hafifçe şişerdi. 

"Tabii canım, Nejat başka nerede olabilir? Pekala, eğer kendini iyi hissetmezsen dükkana uğra da mutlaka konuşalım canım."

"Tamam, uğrarım." 

"Bu arada ilaçlarını ihmal etme." 

"Tamam." 

Dila'nın her hafta yaptığı rutin uğramalarından biriydi. 

Kapıyı kapattım ve Faysal'ı tekrar aradım, hala telefonu kapalıydı. 


İyice canım sıkılmaya başlamıştı, Faysal'ın birden ortadan kaybolmasını bir süreliğine unutmak istiyordum. 

Oturup masamın başına, kelimelerin içine balıklama daldım. 

Her yazdığım kelime basamaklar gibi merdiven olup yine beni Kayra'ya çıkarıyordu. 

Böylesine aklımdan çıkmayışı ve hissettiğim yoğun duygu insanların dilinden düşürmediği aşk mıydı? 

Yoksa farazi bir tutum içinde debelenip duruyor muydum? 

Belki de daha kötüsü onu takıntı haline getiriyordum. 

Bilmiyorum.