Bana da anlatır mısın hiç yanmadan sönmeyi, o dapdar sokaklardan sıyrıksız geçebilmeyi. Anlat işte neyin var neyin yoksa. Her gece boş gözlerle yüzümü okuma. Bana anlat sessizliğinin nasıl bu kadar gürültülü olduğunu. Suskunluğunun şiddetinden koru beni. Belirsiz yansımana konuşmaktan yoruldum. Her baktığım adamda, gözümü yumduğum her aydınlıkta seni görmek acıtır oldu. Bu özlemek gibi de değil artık, bu ızdıraplı yaranın bir başka biçimi. Sıfatsız bir özne senin gözlerindeki, sadece bana okunan bir cümle içindeki.


Burnum kanadığında, kalbimin en ücra köşeleri adını sayıkladığında aynaya bakıyorum. Bu gece korkmuyorum artık seni bulmaktan. Korkmuyorum artık suskunluğundan. Tıpkı ışık huzmeleri gibi, gözümü her nereye kaçırsam sen hep oradasın. O soğuk banyomun aynasından izliyorum kendimi; makasım, tarağım, cımbızım, diş fırçam, rujum hep aynı yerlerindeler, bir eksik sensin içimde. Ne kadar çok benziyorum sana, gülünce kaybolan gözlerimiz hep aynı seninle. Ağlamalarımız aynı sessizlikte. Gözyaşlarımızın çığlığı aynı, suskun ve de küskün bize. Hayat kadar aciz kalıyor düşlere. Göğsümün ardında çırpınıp duran serçemi bıraksam sanki varacak senin yanına. Gücü yetse alıp getirecek seni çok uzaklardan. Gülerken, ağlarken, iyi kötü günlerimde, senin sevdiğin şeyleri gördüğümde topladığı çiçekleri annesine vermek için koşuşturan bir çocuk gibi koşuyorum sana, bu aynaya. Ben geliyorum sana fakat sen yoksun, kayboluyorsun yine bir anda. Çiçeklerim hep düşüyor bu bıçak gibi keskin fayanslara. İçimden pıtır pıtır dökülüyor yağan yağmurlar. Gözlerimi sildiğim ellerim de yetmiyor artık bana. Gidiyorum, o geniş köşeme yayılıp duruyorum, gittin sanıyorum. Ama hayır, sen gitmedin. Şimdi de komodinin ardından beni izliyorsun, sinsi sinsi kısa gülüşünle izliyorsun beni. Sana çeviriyorum sertçe dönen başımı. Okuyorsun değil mi içimi? Sensiz geçen kaçıncı senemi... Neden cevap vermiyorsun; bağır bana, kız bana, kır beni, hem de en sevdiğim yerinden. Cevap vermelisin bana, gözlerimin içine acıyarak bakman yeter mi sanıyorsun? Bayım siz çok yanılıyorsunuz, siz de kendinizi bende görüyorsunuz. Bakın, yine kaçıyorsunuz.

Sen benden değil, bende gördüğün senden kaçıyorsun.


Bir tek kelime mi sana bu kadar ağrılı mı geliyor? Dişlerimi fırçalarken, kahvemi karıştırırken, duşta söylenirken... Hep buradasın, yine kestirme gülüşünle beni izliyorsun. Göremesem de tanıyorum o gülüşü, geniş yanaklarının birer birer gece boyu kıvrılan yorganlar gibi büzülüşünü.

Alevde eriyen camlar gibi yaka yaka şekil verdiğin yüzüme bir bak. Sen bu kadını çok iyi tanırdın, ne oldu? Bu gece yabancı mısın?

Her gün bir başkasının yanında uyanan cesetler gibiyiz seninle; bedenlerimiz öylesine yalancı ki, birbirimizi özleyip başka insanlara dokunduğumuz bir film çevirmek gibi. Ancak bir oyun kadar gerçekçi gelir başka kokularda, başka tenlerde birbirimizi bulma arayışımız. Sen de biliyorsun yanındaki ben değilim. Belki benzerim, belki düşündüklerimdir yanındaki. Yoksa burada ne işimiz var bayım?

Suskunluğun gırtlağını tıkıyor biliyorum, o düğümü kendimde de görebiliyorum. Bu gelgitler ile beni kandıramazsınız bayım, bana bu kadar uzakta olup, bu kadar dokunabilmen yalnızca bana çok benzediğin içindir.

Geceler boyu yapayalnız uzanıyorum bu soğuktan titreten kocaman yatağa. Gözlerimi kırpıp açıyorum, yanımda oluveriyorsun. Seni öpsem, saçlarını okşasam hemen kayboluyorsun. Yine tüm gece bana kalıyor. Paylaşabileceğim tek şey tavanım. Şu odanın her bir duvarı seni senden iyi tanır. Adını sayıklattığım her kağıt seni toprağı sanır.

Uykumun ortasında, sabahın ilk aydınlığında diledim seni. Sağımın soluma da bir faydası kalmadı artık. Öğrendim; zamanla sana dokunmamayı, adını artık anmamayı, seni bulamamayı... Sadece bir tomurcuk ellerimde kalan, zamanı bana arda bıraktıran. Seninle sadece izliyoruz artık birbirimizi. Ben de konuşmaktan vazgeçtim aynalarla. Oturdum deri sandalyeme, ay ışığında gömdüm seni çarpıp duran yüreğime. Belki dedim, belki bir gün yeşerirsin. Sana dokunabilmeyi o kadar çok istedim ki... Kokunu hatırlamayı öylesine diledim ki... Bu küskün iki ruh, Tanrı'nın iki oyuncağı olmuştu artık. Ne sağda yüzün vardı ne de sola bakacak mecalin. Bu ağrılı geceler bitiyorken, güneş bir daha ısıtmayacak ellerimizi.


Ay indi, güneş çıktı tepeye. Ben iki avucumun arasında bir demet ümitle kalakaldım. Nefesini hatırlayamadan, suyun olamadan eridin gittin avuçlarımdan. Zaman gibi, uçar gibi gittin. Seni tutmaya gücüm yetmedi, gözyaşlarım sana tuzlu geldi. Seni içime bastıkça bu yağmurlar hiç dinmek bilmedi, gökyüzü hiç gün yüzü görmedi. Hiçlik bir çırpıda çarpıştırdı bütün bulutları. Güneşim de gitti senden sonra. O geceler hiç bitmedi.

Biliyor musunuz bayım, siz gittikten sonra herkes bana deli dedi. Keçileri kaçırmış dedi. Ama bilmedikleri bir şey vardı, onların içinde hiç ince ince sirenler bağırmamıştı, bütün insanlık bir zulüm gibi yük bağlamamıştı omuzlarına, bir yarısını kimse koparıp almamıştı, son damla sularını kimsecikler heba etmemişti onların. Onlar yarım kalmayı hep tek sanırlar. Bende kalan tek bir çiçekti; içimde gizli gizli büyüttüğüm, bir savaşta ezip geçilmiş umudumdu. Bende olmayan, boşluğunda yeller esenler buydu, asıl adına tahta denilenler. Eksikse eksik tahtalar, onların yokluğu bile benim. Mezarıma konulsun diye mi alındı tahtalarım? Belki de o tahtalar benim çitlerimdir, onlar alınınca keçilerim kaçmış olmasın?

Ah insanlar! Ben keçilerimi en azından özgür bıraktım, siz onları bile yediniz.