Gecenin bilmem kaçı… İçsel sesi yangına dönüşmüştü yine. Gizemli kırılış noktalarının soluksuz yolcusuydu o. Sevgi çok uzak bir kavramdı artık. Yıllarca beklediği sevincin Godotvari adımlarıyla geçiyordu her saniyesi. Körelmiş hislerden oluşan bir hüzün yağmuru ki tüm zihnini ele geçirmişti adeta. Gücü var mıydı yaşamaya? Ölmek kolay olanıydı ama verebilir miydi düşlerinin renklerini yaşama? Umut treni kalkmış mıydı çoktan? Her şeyden önce neden acıydı iç sesinin anlamlandıramadığı parçalanmışlığı? Huzursuz bir yabancı var gibiydi sancılı benliğinde. Dertleri kendine dertlenir bir sigara yakardı. Yorulmuş kalemin mecmuasına kederlenir, için için ağlardı. Tam o sırada sessizce bir gemi yanaştı limana. Gitmeyi düşündü uzaklara. Gidip dönmemeyi… Ne vardı ki onu bu şehirde tutan? Süpürülmüş umutlar, rüzgarla alınıp götürülmüş hayaller sadece. Sorgulamaya başladı her şeyi. Her şeyi ve aynı zamanda hiçbir şeyi. Kendinde kapanmaz yaralar bırakan kendisi miydi yoksa zorunluluklardan monotonlaşmış hayat düzeni mi? Anlamak zordu.

 

Oturup bunu düşündü limanın tenha köşesinde usul usul ama durgun duruşunun altında gizlenmiş ne fırtınalar kopuyordu oysa. Kaçmaya çalışıyordu kendinden, bu telaşlı şehirden, gülümsemekten yoksun insanlar ordusunun gücünden… Tüm çabası bunaydı. Kırıcı seslerden yıkılmış harabeler vardı yitip gitmişliğinde. Geçmişini ve gününü karartıyordu. En acı ve zor olan gerçek de şuydu: O gemiye binse bile sorunları onun peşini bırakmayacaktı, kendinden kaçamazdı. Dertleri sigarasını söndürmeye yakın, durağanlığı son buldu. Boş bakan gözleri ve öne eğik düşünceli kafasını kaldırıp kısık gözlerle etrafına baktı. Şimdinin farkındalığını anlamış gibiydi ama bir o kadar da karmaşıktı düşünceleri. Yeni bir başlangıcın sorunlarıyla doluydu başıboş düşünceleri. Limanda yalnızdı, olması gereken de buydu belki. Hafif sisli bir hava, zihnindeki koşuşturmacanın arkasında bıraktığı puslu izler gibi. Gökyüzünü karartan bulutları kovalama vaktiydi. Bir tutam gücü kalmıştı ellerinde, onu da vermeye hazırdı yok olmaya yüz tutmuş düşlerine.

 

Sabah saat beşe yaklaşmıştı, hava aydınlanmaya yakın… Değersiz olduğunu küfür gibi yüzüne vuran hayata inatla ayağa kalktı. Kaybolmuş benliğin acısı hâlâ çok tazeydi içinde. Önce kendisiyle yüzleşmeliydi sonra hayatla. Latince o deyişi yaşatmaya karar verdi: "Carpe diem quam minimum credula postero…" Yarına olabildiğince az güven, şimdiyi doyasıya yaşa. Belki biraz hedonist bir berceste ama hayatı hissedebilmek, geçen saniyelerin hakkını verebilmek için birazcık şarttı bu felsefe. Aydınlığa kavuşamayan ruhların bilinçsizce karanlık odalara gizlenişini görmekten, arada kalmış zihin evreninde diyalektiği sağlayamamış olmaktan yorulmuştu. Ruhunun düşlerine yıldız tozu serpili dansını armağan etti. Her şeyden biraz, birazın içinde çokça an ve duygu. Her şeyde hiçbir şey, bir şeyde tüm renkleri yaşatacağı bir ütopya düşledi. Ruhunun novalara erişen eşsiz gülümsemesiyle dost olacak, aşırı mutluluk ve sevgi basıncının içsel devinimini kendi kendine sunacaktı. Dışsal beklenti ve somut tasvirli eylemlerle değil, içsel iradeyle müdahalesiz yaşayacaktı. Hayatına etki etmeye çalışan dar kalıplı düşünceler ve somurtuşlar ise kahkahası olacaktı. Kendisi gibi hissetmekten çok kendisi olacaktı. Gerçekliğini ve varoluşunu, özgürlüğüyle vurgulayacaktı.