Hiç unutmuyorum bir keresinde kıyameti kopar-
mıştım. Şaka yapmıyorum. Gerçekten yaşanmıştı
bu durum. Altı üstü komik bir olay hakkında konuşurken
“Eğer başıma gelirse kıyameti koparırım” demiştim. Hay
bu dilimi eşek arıları soksun! Olay benim de başıma geldi
ve sonuç malum... Evreni bilmem kaçıncı kez baştan yarat-
mam gerekti. Ne dediğime ve ne dilediğime dikkat etmem
gerekiyor. Odaya az önce eşek arıları girdi.
Bazen derin derin düşünüyorum bu para normal olayı.
Dilediklerimin gerçekleşmesi tanrısal bir armağan mı yok-
sa koca bir lanet mi? İlk zamanlar tanrı olduğumu bile dü-
şündüm. Bağdat sokaklarında “Ene-l Hâkk!” diye bağırdım.
Sonrasında kendimi sonsuz karanlığın ve sessizliğin içinde
buldum. Evreni ilk kez o zaman yaratmak zorunda kaldım.
Beni defalarca idam ve mahkûm eden insanlara karşı kin
ve nefret besleyemedim. İlk seferinde çok kızmıştım ama
bunun bir faydası olmadığını anladım. Çünkü nefretim
geçene kadar kâinatı tekrar inşa edemedim. İçimdeki ufa-
cık bir nefret bile dileklerimin gerçekleşmemesi için yeterli.
Anladım ki benim sırrım saf sevgi ve iyilikte saklı. Kendi ya-
rattığım evrene gönderdiğim mesajların doğru şekilde kar-
şılık bulması için her canlıya sevgi ile yaklaşmam gerekiyor.
Birçok kez daha ölüp birçok kez daha dirileceğim. Çün-
kü bu ilahi durumu kimse anlamayacak. Yüzlerce yıldır
koparmadıkları uzvum kalmadı. Yine de her seferinde kar-
şılıksız iyilikten ve sevgiden tekrar doğdum. Her seferinde
“Nefret hapishanesi” dediğim sonsuz karanlığı sevgi ile
aydınlattım. Her canlıya tekrar hayat verdim, yeni bir şans
tanıdım ve ışık oldum. Nasıl oldu da sevgi ile yarattığım
insanlar her defasında nefrete ve kötülüğe bulaştı? Anlamı-
yorum.
Yazarın teki kitaplarından birinde “Evrenin dengesini
sağlayan şey zıtlıklardır” diye buyurmuş. Bu söz üzerine
düşündüm son üç yüz sene boyunca. Belki de sadece sev-
gi ile yarattığım içindi insanların nefreti, fenalığı... “İyi de
ne yapabilirim?” diye düşünürken kapı çaldı. İçeriye “Kö-
tülük” diye biri girdi. Kabul etmeliyim ki çok sağlam bir
dişiydi bu kötülük. Çok geçmeden fark ettim ki benim ya-
rattığım bir varlık değildi kendileri. Onu da sevgi ile karşı-
ladım ve bir fincan papatya çayı ikram ettim. İçeri girdiği
anda omuzlarından yükselen kara dumanlar odanın dört
bir yanını sarmaya başladı, korktum. Korkumun sebebi
karanlığa gömülmek değildi. İstesem tek bir dileğimle onu
en parlak yıldızlar kadar aydınlatabilirdim. Korkmamın
sebebi ona duyduğum hayranlıktı. İstediğimi yapabilirdim
lakin duygularımı kontrol etmeyi istemedim, isteyemedim.
Beni meraklı gözler ile izlerken aniden lafa girdi:
“Evet, beni sen yaratmadın Sevgi. Biz ne yaradanız ne de
yaratılan. Biz birer varlık değil, olguyuz. Dengeyi sağlaya-
cak olan biziz. Lakin gözlerin; sevginin, iyiliğin ve umudun
ışığı ile kör olmuş. Karanlık, görme yetini engellese de seni
kör etmez fakat insan fazla ışığa maruz kaldığında kör ola-
bilir. Geçen binlerce yıl sana beni unutturmuş. Hatırlama-
dığını biliyorum. Eskiden beraber inşa ederdik koca evreni.
Yıldızların boyutunu ben, bulutsuların rengini sen seçer-
din. Mantığı terk edip duygularınla hareket etmeye başla-
dığında kaçtın benden. Halbuki çok severdin beni. Çünkü
biz ayrılmaz bir bütünü oluşturan parçalar bile olamayacak
kadar biriz. Sen olmazsan ben, ben olmazsam sen diye bir
şey olmaz. Sen aydınlık, ben karanlık...Her gecenin bir sa-
bahı olmalı ki yaşam denen mucize devam edebilsin. Artık
gözünü açmalısın sevgilim, hep gündüz olamaz. Evreni her
seferinde ışık ile sevgi ile inşa etmekten vazgeçmelisin. Kö-
tülüğün de bir amacının olduğunu, dengeyi sağladığını ve
gereksiz olmadığını kabullenmelisin. Kötülük kötü değil-
dir, kötüler kötüdür.”
O an hatırlamaya başladım bu seksi dişiyi. Birlikte kut-
sal bir amaca hizmet ediyorduk. Tekrardan evrenler kur-
mamız da gerekmiyordu. Bazen zevk için... İnsanlar yine
kötüydü ama aralarında iyileri de vardı. Tam da bu yüzden
iyiliğin ve iyinin değeri biliniyordu. Peki beni farklı bir yön-
tem uygulamaya iten düşünce neydi? Denge denilen şey
kusurlu bir rejim miydi? Belki de bize dengenin iyi olduğu
şartlandırılmıştır.Kafamdaki deli sorular artmaya
başladıkça kötülüğü ve denge denilen şu saçmalığı
sorgulamaya başladım. Gerçekten de “her şey” tek bir
denge ile dengelenebilir mi?
Büyük bir tezgâhın içinde olduğumu hissettim. Bizler -ki
ben de sizlerden miyim?- çabuk manipüle edilebilen can-
lılarız. Birkaç evren önce teknoloji çağındayken yarattığım
insanlar kendi türlerini kendi yarattıkları kutular ile uyu-
tur ve yönetirdi. Hatta o zamanlarda yaklaşık iki yüz sene-
mi çalmışlardı benden. Ben bile düşmüştüm bu tuzağa. O
zaman anladım ki kendimden başka kimseyi dinlememem
gerekiyordu. Herkes ve her şey yalan olabilir. Geçen yüzyıl
kapımı çalıp kendini hatırlatan kötülük de yalan söylüyor
olabilir diye düşündüm. Yine de yüzyıl boyunca ona bunu
belli etmedim. Aslında umarım belli etmemişimdir. Çünkü
aklıma Kafka’nın “Kötünün ondan bir şeyler gizleyebilece-
ğinize inanmanızı sağlamasına izin vermeyin.” sözü geldi.
Belki de kendisine inanmadığımı bilmesine rağmen ağzını
hiç açmadı. Evrenlerin öncesinde olduğu gibi yüzyıl boyun-
ca yine dev mantarların üstünde koştuk, bulutların üstüne
saraylar inşa ettik. En derin denizlerde el ele karanlığın di-
bine batarken yıllar boyunca durmaksızın, nefes almadan
seviştik. En sonunda kötülüğün zifiri karanlık kuytuların-
da biçare buldum kendimi.
Mariana Çukuru’nun dibinden ışık hızıyla yüzeye çıktım
ve yüzyıllık derin bir nefes aldım. Hatta nefesimi verirken
ağzımdan daha önce hiç görmediğim, ne zaman yarattığımı
bilmediğim garip bir yaratık çıktı. Yaratık güzellik algıları-
mın dışında olduğu için “Kesin kötülüğün ağzından çık-
mıştır” diye düşündüm. İşte bu düşünce aklımda bazı soru
işaretleri yarattı. Saf sevgi ve iyilikten dirilen bir “şey” nasıl
olur da böyle kötü düşüncelere, güzellik algılarına sahip
olabilirdi? Belki ilk olarak kendimi tanımam gerekiyordu.
Kendimi iyilik pınarı sanıyorum ama dışarıdan görünen ve
gerçekte olan halim farklı olabilir. Tüm bu soruların yanı-
tı sadece kötülükte değildir diye umdum. Bazen soruların
cevaplarını ve sorunların çözümlerini kendi içimizde bula-
biliriz. Bu metodu uygulamak için sessiz ve karanlık bir or-
tamda kısa bir meditasyon yapmam yeterliydi. Bu yüzden
canlılardan, gürültüden ve kaostan olabildiğince uzaklaş-
tım. Andromeda’da küçük bir gezegenin en yüksek dağına
tırmandım. Sukasana pozisyonunda oturdum ve gözlerimi
yavaşça açıp kapamaya başladım. Gözümü her açışımda
milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki Dünya’yı görebiliyordum.
Dünya’ya sırtımı döndüm ve tekrar transa geçmeyi dene-
dim. Birkaç dakika sonra kafamın içinde soyut bir evrende
buldum kendimi. Belki de gerçek olan budur ama henüz o
kadar erişememiştim kâinatın sırrına. Düşünce dünyama
girdiğimde her yer zifiri karanlıktı. İlk başta gece olduğunu
düşündüm ama gökyüzünde ışıkları ile bana güç veren yıl-
dızların hiçbiri gözükmüyordu. Ay bile yoktu veya o da ka-
ranlığa bürünmüştü. Islak zeminli ara sokaklardan hızlıca
yürüyerek ana caddeye çıktım. Hangi şehirde olduğumu bil-
miyordum. Ya Adana ya da Gotham olmalıydı. Çünkü tam
bir suç şehriydi burası. Ben sakince kaldırımın en sağından
yürürken yanımda insanlar öldürülüyor, kadınlar tecavüze
uğruyor ve çocuklar şiddet görüyordu. Hiçbir maganda kur-
şunu bedenimi delemiyordu ama korkudan altımı çoktan
ıslatmıştım. Karşımdan gelen tüm insanlar Munch’ın “Çığ-
lık” tablosundaki perişan halde olan insansıya benziyordu.
Taşikardi geçirmeye başlamıştım. Yoruldum. Gördüğüm
tüm bu iğrenç manzara karşısında kalbim daha fazla da-
yanmıyordu, nefretim artıyor ve korkularım vücut bulmaya
başlıyordu. Uyanmak istedim; bu trans halinden çıkmak,
kurtulmak ve kaçmak istedim ama kaçmak çözüm değildi,
biliyordum. Zaten binlerce yıldır korkularımdan kaçtığım
için oluşmamış mıydı bu soyut evren? Kaldırımın kenarına
oturdum ve gömleğimin cebinden bir dal sigara çıkarmak
istedim. Sigaramı bulamıyordum ve bulamadıkça nefesim
daralıyor, kalp atışlarım gittikçe hızlanıyordu. Sol kolumun
ve şakaklarımın uyuştuğunu hissettim. Ben bunları yaşar-
ken o esnada vücut bulan korku yanıma geldi ve eğilip bir
tek sigara uzattı. Caddedeki tüm korkunç varlıkların ve
dehşetin içerisinde çok tatlı gözüküyordu. Şahit olduğum
en güzel gülümseme ile yanıma oturdu, kolunu omzuma
attı ve konuşmaya başladı:
“Sakin ol Sevgi. Evet, beni de sen yaratmadın ama bir-
çok kez senin yüzünden vücut buldum. Sevdiklerini ve sev-
diğin şeyleri kaybetmenin korkusu ile neden oldun buna.
Şimdi çok büyük bir boşluktasın. Bu durumdan seni kur-
taracak olan ben değilim, İd ile oturup konuşmalısın. Ben
ancak onu nerede ve nasıl bulacağına yardım edebilirim.
Bunun için ise önce korkularını yenmeyi başarman lazım.
Eğer bunu başarırsan seni ikizim olan cesaret ile tanıştıra-
bilirim. Dengeyi sağlamaya çalışan yalnızca kötülük ve sen
değilsiniz. Siz yalnızca iyi ve kötü duyguların, düşüncelerin
temsilcilerisiniz. Peki korku için iyi veya kötü diyebilir mi-
sin? Korkuyu, bünyesinde nefreti barındıran kötünün veya
sevgiyi barındıran iyinin içine dahil edebilir misin? Cesaret
için de aynısı geçerlidir. Dengeyi sağlayan şeylerin zıtlıklar
olduğunu biliyorsun. İyilik olmasa kötülük, kötülük olma-
sa iyilik diye bir şey olmayacağı gibi korku da olmasa ce-
saret filizlenemez. Aramızdan biri ne zaman aşırıya kaçsa,
amacını unutsa ve kendini diğerlerinden daha önemli veya
güçlü zannetse evrenin en uzak kısımları bile şiddetli bir
depremle sarsılır.”
Kötülük ve korkunun konuşmalarında birçok ortak nok-
ta vardı lakin sadece bir tanesi dikkatimi çekti. Neydi bu
amaç? Hatta kutsal amaç... Kötülüğe inanmadığım için ona
soru sormak istemiyordum fakat korku, beni bu korku ev-
reninde rahat hissettiren tek şeydi ve bu yüzden içimde ona
karşı bir güven oluşmuştu. Sözünü kesip sorular sormaya
başladım:
“Nedir bu hizmet ettiğimiz kutsal amaç? Bizler tam ola-
rak neyiz korku? Lütfen benimle açık konuş. Her şeyi bil-
mek istiyorum. Buna hakkım olduğunu düşünüyorum.”
“Bunları sana şimdi açıklamam senin aleyhine olur. Sa-
bırlı ol. Sabır da senin temsil ettiğin bir şey Sevgi. Sen iyi-
liksin, umut ışığısın. Şimdi elimi tut ve ayağa kalk. Kalk ki
benimle bu caddede en büyük korkularının üstüne yürü.
Yürü ki cesareti ortaya çıkar. Bir gün gelecek ve bizler yine
evrenin en huzurlu yerinde eskiden olduğu gibi hep birlikte
oturacağız. O zaman tekrar konuşuruz. Şimdi sus, elimi tut
ve yürümeye başla.”
Korkunun elini sıkıca tuttum ve gözlerimi kısarak yü-
rümeye başladım. Nankörlük omuz atarak yanımdan geç-
ti. Korktum. Gözlerimi kapattım. Korku dayanamayıp göz
kapaklarımı kesti. Gözlerimi ellerimle kapatmak istedim
ama tuttuğu elimi bırakmadığı için yalnızca tek gözümü
kapatabildim. Bir gözüm bu iğrençliğe şahit olmaktan ka-
çabilirken ötekisi mecburen her şeye tanık oluyordu. Tek
gözümü kapatmanın anlamsız olduğunu anladım. Çünkü
ben de böyle bir saçmalık içerisindeydim işte. Tüm bu kor-
kuların içinde yaşarken, yaşamaya çalışırken bir yandan da
gözlerimi kapatıp olaylardan kaçmaya, görmezden gelmeye
çalışıyordum. Gözümü kapattığım elimi bir anda indirdim.
Korku bana gurur dolu bir bakış attı. Cesaretimi toplamış-
tım artık. Daha hızlı yürümeye başladım. Korku hızıma
yetişemeyip arkamdan koşar adım ilerliyordu. İşte o anda
gökyüzü aydınlanmaya ve korku yok olmaya başladı. Eli-
mi bir başkası tutuyordu artık. İnsanların görünüşleri de
değişmişti. Herkes tatlı bir gülümseme ile yürüyordu kar-
şımda.
“Cesaret ileri gitmekle, korku geride durmakla gelişir.”
demiş Publilius Syrus. Artık cesaretimi topladığıma göre
durmadan ilerlemem gerekiyordu. Az önce bana yetişeme-
yip arkamdan koşturan korku gibi şimdi ben de elimi tutup
beni koşturan cesarete yetişmeye çalışıyordum. Cesaret,
pek konuşkan değildi. Yaklaşık kırk yıl boyunca hiç durma-
dan koştuk. En şiddetli savaşların ortasında bile cepheleri
delip geçtik, durmadık, sürekli koştuk. Korktuğumuz için
değil, korkuya kapılmamak için durmadık hiçbir yerde.
Birçok kez, yıllar önce bana omuz atan nankörlüğün yanın-
dan geçtik. O kadar hızlı koşuyorduk ki ne zaman omuz
atmaya çalışsa yere yığılıp kalıyordu. Dünya’yı birçok kez
turlayıp suç şehrine tekrar geldiğimizde artık karşıma çı-
kamaz oldu. Sonra aniden durduk. O kadar ani durduk ki
iç organlarımın bedenimin ön kısmına çarptığını hissettim.
Kalbim tam yerinden çıkmıştı ki sıkıca tutup yerine sok-
tum. Çünkü cesaret, korkudan dolayı yüreğim ağzıma geldi
sandı ama sebebi bu değildi, yalnızca aniden durmamızdı.
Bunu anladıktan sonra yüzünde tatlı bir gülümseme oluştu
ve ben bu sefer de cesaretten hoşlanmaya başladım. Biraz
şıpsevdiyim sanırım. Ne de olsa Sevgi’yim ben.
Uyandığımda sadece otuz saniye geçtiğini fark ettim.
Gerçekten de yıllarca yaşayabilirdim kafamın içinde. Be-
nim için zaman ve mekânın bir önemi yoktu. İstesem evreni
tekrar yaratır ve zamanın en başına dönerdim. Böyle ko-
nuşuyorum ama “Evreni ben yaratıyorsam kötülük, korku
ve cesaret ne oluyor?” diye düşünmeye başladım. Başka bir
soru da “Peki bu saydığım isimler neden evreni tekrardan
yaratmıyorlar?” olarak karşıma çıkıyordu. Hem korkunun
bahsettiği bu İd de kimdi ki? Cesaretimi topladıktan sonra
bana yardımcı olacağını söylemişti ama etrafta gözükmü-
yordu. Hem ben neden üç yıldır Dünya’ya geri dönmemiş-
tim ki? Sıkıldım artık Andromeda’da.
Memlekete döner dönmez yapılacak en iyi şeyi yapıp
fırından simit aldım ve güzel bir çay demledim. Bunun
neden en iyi şey olduğunu bilmiyorum. Sadece saçma bir
distopik romanda görüp etkilenmiştim. Üstümü değiştir-
mek için yatak odasına girdiğimde komodinin üstünde bir
şey gördüm. Yok hayır, para değildi. Üstünde “Aramızda bu
kadar güven sorunu olacağını düşünmemiştim. Seni ken-
di evreninde yalnız bırakıyorum. Kötülüğün olmadığı bir
boyutta mutlu olunamayacağını görmüş olursun. Sadece
iyiliği istemen senin sonunu getirecek ve o zaman ne evren
ne ben ne de diğerleri diye bir şey olmayacak.” yazılı bir not
vardı. Bu kadın neye kızmıştı ki bu kadar? Biraz cesaret ile
takıldığım için mi yoksa gerçekten de sözlerine inanmadı-
ğım için mi? Halbuki cesaretimi toplamamla birlikte kötü-
lüğe tekrardan güvenmeye başlamıştım. Duygunun kendisi
bile olsa kadınlar yine de duygusal varlıklar. Hem cesaretin
kadın olduğunu nereden çıkardı ki?
Birkaç kadeh bir şeyler içmek için dışarı çıktığımda en
büyük hayalimin geç de olsa gerçekleştiğini gördüm. İnsan-
lar birbirleri ile çok güzel anlaşıyor, yardımlaşıyor ve sürekli
gülümsüyordu. Herkes koca bir sevgi topu olmuştu. Yakla-
şık iki hafta önce arabamı park ederken arabasına dokun-
durduğum için beni bıçakla kovalayan serseri bile yanımdan
geçerken gülümseyerek selam veriyordu. O kadar mutluy-
dum ki küçük çocuklar gibi anlamsızca sağa sola koşmaya
başladım. Mutluluk sarhoşluğum bittiğinde kendimi insan-
ları kucaklarken buldum. Seksi eşini kucakladığım kabada-
yı bile sadece gülümsüyordu, herkes çok mutluydu (en çok
da ben). “Acaba rüya mı görüyorum ulan?” diye düşündük-
ten sonra sırasıyla saate, takvime ve telefonuma kaydettiğim
notlara baktım. Notların içinde “Birkaç sene sonra evreni
tekrar inşa et.” yazdığını gördükten sonra yaşadıklarımın
rüya olmadığını anladım. Demek ki hayalini kurduğum ev-
renin gerçekleşmesine mâni olan, insanları kötülüğe ve fe-
nalığa iten şey kötülükmüş. Zaten oldum olası -ki ne zaman
olduğumu hatırlamıyorum- kadınlar bana hiç iyi gelmedi.
Kötülük dünyamı terk edeli henüz bir yüzyıl geçmemiş-
ti ki kendimde birtakım farklılıklar meydana gelmişti. As-
lında bence çok da büyütülecek şeyler değildi. Sadece artık
gülümseme görmek istemiyordum, sıkılmıştım karşımda
sırıtan insanlardan. Cidden büyütecek bir şey yoktu. Sade-
ce sokağa her çıktığımda karşımdan gülümseyerek gelen
insanlara gelişine yumruk atıyordum. Bunu yaptığım için te-
şekkür ediyordu manyaklar. Her şey ve herkes sahte gelmeye
başlamıştı ve ben; sokakta her gün insan yumruklamaktan,
suç işlemekten ve kalp kırmaktan -ki onu bile beceremiyor-
dum- haz duymaya başlamıştım. Özümü kaybediyordum.
Kötülük gittiğinden beri gece bile olmuyordu. Hava hep ay-
dınlık, güneş hep yerindeydi. Özümü kaybettikçe yine de
kararmıyor ama soluyordu gökyüzü. Tıraş olmak için ay-
nanın karşısına geçtiğimde sakallarımda bir iki tane beyaz
gördüm. Şakaklarıma kar mı yağdı, ne var? Benim miydi bu
çizgili yüz? Kendi bokunda boğulmak tam da bu oluyor. İyi-
lik ve sevgiden oluşan bu evrende hem kendi özümü kaybe-
diyor hem de ölüyordum. Kötülüğün sözleri kafamın içinde
yankılanıyordu. Demek ki kadın haklıymış abi!
Bir yandan binlerce yıldır hayalini kurup uğruna tekrar
tekrar evrenler yarattığım hayalimin beklediğim gibi çıkma-
ması yüzünden derin bir hüzün ve pişmanlık içerisindey-
dim, bir yandan da kötülüğü bile üzebilecek bir aptal oldu-
ğum için kendime çok kızgındım. Artık kötülük ile aramı
düzeltmem ve İd denilen şeyi bulup onunla konuşmam ge-
rekiyordu. Her şeyin cevabı İd’de olmalıydı ve korku bana
onu bulmamda yardımcı olmuyordu. Kötülük, İd’in yerini
biliyordur diye umdum ve bu yüzden kötülüğü İd’i bulmak
için bir araç olarak kullanmaya karar verdim. Sanırım kötü-
lüğe de ancak böyle bir kötülük ile ulaşabilirdim.
Birtakım meditasyonlar, ayinler ve gurursuzca yapılan
haykırışlar ile (yalvar yakar) kötülüğü konuşmaya davet
edebildim. Aynı odada tekrar karanlıklar içinde oturduk. Bu
sefer her yeri karanlık kapladığı için korkmuştum, biraz da
kötülüğün öfkeli bakışlarından. Korkmuştum, çünkü artık
tek bir lafımla odayı bile aydınlatamazdım. Gücümü kay-
betmiştim. Kötülük yüzüme “Ben sana dememiş miydim?”
dercesine bakarken bu duruma son vermek için lafa girdim:
“Evet, sen haklıydın. Seni dinlemediğim için pişmanım.
Seni kırdığım için üzgünüm. Ama unutma ki pişmanlık ve
üzüntü de senin temsil ettiğin ya da en azından neden ol-
duğun duygular. Demek ki sana ait duygular hissedebiliyo-
rum. Demek ki sana karışabiliyorum. Bu bir gelişme değil
mi? Sana bir konuda ihtiyacım var kötülük. Aslında sana
hep ihtiyacım var ama şu an konu çok farklı. Korku bana
İd’i bulmam gerektiğini söyledi. Bana yardım edeceğini de
söyledi ama henüz hiçbir yardımda bulunmadı. İd’in nere-
de olduğunu bildiğini umuyorum. Bana yardım et.”
Bu kadar çaresiz olmam kötülüğün bile suratında tebes-
süme neden oldu. Bana doğru iyice yaklaştı. Dizlerinin üs-
tüne çöktü ve ellerimi tutarak konuşmaya başladı:
“Korku oldukça haklı bir sebepten dolayı sana yardım
etmedi. Cesaret ile ilerlemen sende bir şeyleri değiştirir diye
umdu ama umduğu gibi olmadı. Sen eskisinden de beter
oldun. Zamanın başından beri, ilk evrenin başlangıcından
beri süren bu dengesizliğin sebebi sensin Sevgi. Çünkü ken-
dini her zaman en üstün duygu sandın. Her zaman dengeyi
tek başına sağlayabilecek güce sahip olduğunu düşündün.
Bu yüzden ayrıldın bizden. Bu yüzden evrenin en huzurlu
yerinde hep birlikte yaşarken evi terk ettin. İd senin aşama-
dığın kendini beğenmişliğinden, doyumsuzluğundan ve en
güçlü olma arzundan başka bir şey değil. Sen ona dönüşe-
ne kadar öyle bir şey asla yaratılmamıştı. Venom gibi sürek-
li dışarı çıkmaya ve hem senden hem çevrenden bir şeyleri
tüketmeye çalıştıkça ona hep izin verdin. Bizler yaradan
veya yaratılan değiliz demiştim. Olgu da değiliz Sevgi. Biz-
ler Adem’in duygularıyız. Yegâne amacımız Adem’in ken-
di iç dünyasında karmaşalar yaşamamasını sağlamak. İşte
denge de bu Sevgi, sadece sevgi ile yaşamak değil. Adem
yeri geldiğinde kötü duygular hissedecek, kötülük yapa-
cak; yeri geldiğinde diğer insanlara karşılıksız iyiliklerde
bulunacak ve yeri geldiğinde de en küçük kavgada korkup
kaçacak. İnsanı insan yapan şey duygularını kontrol edebil-
mesidir sevgilim. Eğer biz birbirimizden kopar ve dengeyi
sağlayamazsak Adem duygularını asla kontrol edemez. Şu
an göremediğimiz maddesel evrende Adem, tıpkı senin son
yüzyıldır yumrukladığın insanlar gibi sadece gülümsüyor,
sahte duygular yaşıyor ve bunun farkına varamıyor. Bizim
evrende en huzurlu olduğumuz, hep birlikte olduğumuz tek
yer Adem’in kalbidir. Şu İd denilen alt bilincini dizginle ve
Adem’in kalbine, ait olduğun yere dön. Sen olmazsan bizler
de varlığımızı sürdüremeyiz. Yok oluşa doğru ilerliyoruz.
Bu sandığın gibi bir yokluk değil. O sevmediğin karanlık
bile olmayacak. Hiç olmamışız gibi hiç olacağız.”
Yaşadığım şaşkınlığı anlatabilmem mümkün değildi.
Eğer duygularımı kâğıda dökebilecek olsam güzel bir ro-
man olur ve ben iyi bir yazar olurdum. Sanırım kötülüğün
söyledikleri alt bilincimi kontrol edebilmemi sağlamıştı.
Elini tuttuğum gibi onu Adem’in kalbindeki huzurlu yuva-
mıza götürdüm. Yolu hatırlıyordum artık. En azından bir
kadının kalbinde yaşasaydık. Çünkü ben sadece kadınların
kalbine giden yolu bilmek istiyorum. Yine de bunu kötülü-
ğe fark ettirmedim. Evrenin en huzurlu yerine vardığımızda
korku ve cesaret kalbin kapılarını açtı. Hepimiz el ele tutu-
şarak uzun bir trans haline geçtik. Uzun süredir sağlayama-
dığımız dengeyi tekrar sağlayabilmek için çok çalışmamız
ve bedeller ödememiz gerekiyordu. Üzülecektik, ağlayacak-
tık... Bir daha insanlara güvenmekten korkacaktık ama yine
de bir gün tekrardan cesaretimizi toplayıp nankörleri yere
yığacak ve insanları tekrardan sevebilecektik. Böyle güzel
konuştuğuma bakmayın. Tüm bunlar hemen yaşanmaya-
caktı. İd’i dışarı atabilmem için birkaç yüzyıl gerekecekti
ama olsun. Bence Adem biraz daha dayanabilirdi. Hem kim
takar Adem’i canım?
Mustafa Egehan Ergültekin
("Yüzümden Düşen Her Parça" adlı kitaptan)
Bahar Türkoğlu
2024-01-23T17:58:03+03:00Kalem gücünüz çok güzel, sakın bırakmayın.