Rüzgârlı ama güneşli bir temmuz sabahıydı. Evden can havliyle kendimi dışarı attım. Yüzüme inmeye hazırlanan arsız yumruğu geri çevirmiştim az önce. Sokağa fırladığımda sanki önceden nereye gideceğim belliymiş gibi denize doğru yürüdüm. Ayaklarım denize koşmak istiyor, saçlarım rüzgârın şefkatli ellerine muhtaç. Bedenim toprak ananın göğsünde dinlenmek istiyor gibi... Çok yüksekten düşmüşüm ama ölmemişim gibi, duygularım felç. Fevri çıkışlarım yok, bir dalga gelip maviye çekse beni ''beni kurtarın'' der miyim? Ben hiç yardım çağrısı yaptım mı sahi, işler bu raddeye gelmeden? Annesinin örgüsünü eline alıp ilmek kaçırınca sessizce ortalıktan kaybolan yaramaz bir çocuğun acemiliği hayatımın özeti. Ama suç bende değil bazı insanlar böyle işte niyetleri iyidir ama ne yapsalar ellerinde kalır. Birini teselli ederken daha çok yaralarlar ya da başkalarının onları yaralamasına izin verirler.

Üzerimde bol bir elbise ayağımda sarı terliklerim ile dalgalı sahilde ıslak bir taşa oturdum. Dalgalar kıyıyı dövüp aynı hızla geriye dönerken, çakıl taşları bir marakasın içinde sallanır gibi ses çıkarıyordu. İçimden denize koşmak geliyor, gel diyor. Bir kuvvet beni ona doğru çekiyor. Aslında ne kadar kolay diyorum. Yani denize koşsam, gözlerimi kapasam, bıraksam kendimi boşluğa…

 Terlikleri ayağımdan fırlatıp, elbisemi dizlerime kadar sıyırıyorum. Çakıl taşları ayaklarımın altından çekiliyor denize doğru... Korkuyorum, birkaç adım geriye gidiyorum. Ayağıma çentikli bir deniz kabuğu batıyor, canım acıdı ama bunu kimse yüzümden okuyamaz.

O deniz kabuğunu elime alıp oturuyorum. Denizin dalgaları ile bu haline dönüşen kabuğu tüm ayrıntıları ile inceliyorum. Aldığımız kararlar ya da irademiz dışında yaşanan her şey bizi nasıl da değiştiriyor ama. Her şey başka olsaydı, diğer milyonlarca seçenekten herhangi biri yaşanmış olsaydı, elimdeki kabuk yine bu formda mı olurdu? Ben şiddetli bir kavgaya tutulmak yerine, evden kaçar gibi çıkıp bu sahile mi gelirdim? Bu kez evden ayrılma cesaretini alıp başka hayatımın başka bir dönemine ‘merhaba’ der miydim? Başka türlüsü nasıl olurdu diye sormaktan kendimi alamıyorum doğrusu...

- Onu bana verebilir misin?

- Ne! Neyi?

- Elindeki kabuğu işte...

 Minicik, teni kavrulmuş ama yüzünde hâlâ güneş kreminin yağlı beyazı bulunan bir kız çocuğu vardı yanımda.

 Düşünmeden kabuğu ona uzattım, gülümsedi; küçük bir çileği andıran ağzında iki diş eksikti.

- Denizin sesini dinlemek istiyorum dedi, çok uzaklardaki denizlerin sesini bile.

- Olur, mu öyle? O zaman bende dinlemek istiyorum.

-Denizlerin, bulutların, kuşların hep bir şarkısı varmış. Babamın okuduğu kitaptan biliyorum ben...


Deniz kabuğunu bana uzattı, ''dinle bak'' dedi.

Kabuğu elime aldım, avuçlarımda biraz ısıttım. Minik kız haklı çıkmak istiyordu, ona ''evet bir şarkı duyuyorum, denizlerin şarkısını'' demeliydim.

Kabuğu kulağıma getirdim, dalgalar sustu o an. Heyecanlı, kırgın, içli ama bir yandan hevesli bir şarkı vardı orada evet. Rafa kaldırılmış, üstü toz bağlamış eski bir plağın kesik kesik gelen sesi gibi. Kalbimin sesi, bir zamanlar daha umutlu, neşeli olan genç bir kadının sesi…

-Ah! Duyuyorum evet. Bildiğim ama uzun zamandır dinlemediğim bir şarkı bu.

 Ne zaman susmuştu yüreğimin şarkısı? Gözlerime ne zaman indi bu perde? Kendime olan inancımı ne zaman kaybettim? Yüzümdeki her duyguyu yakalamaya çalışan küçük kız ile göz göze geldim. Sorularımın cevabını bildiğine emindim. Kalbimin sesini duyuyordum işte, uykudan uyanır gibi oldum.

Kız yüzüme haklı çıkmanın gururu ile gülümsedi. Kabuğu elimden alıp sahilin öbür tarafına doğru koştu. Gözümü ayırmadan birkaç dakika arkasından baktım. Yaşadığım gerçek miydi yoksa bir yansıma mı? Bir de baktım kabuktan dinlediğim o tanıdık ezgi dilime dolanmış bile.

Evin yolunu tuttum, gün akşama kavuşmak üzereydi. Terminalde ki ilk otobüse atlayacaktım. Terminalde ki ilk otobüsün nereye gideceğini bilmiyordum belki. Bildiğim susturulduğum, yok sayıldığım o eve bir daha dönmeyeceğimdi. 

İkinci kata merdivenlerden koşarak çıktım. Uzun zamandır duymadığım bir şekilde duyuyordum kalbimin sesini. Anahtarı ürkerek çevirdim. Altı yılımı geçirdiğim bu ev bana yabancı gibiydi, tıpkı bir zamanlar sevdiğim eşim gibi. Duvarda gülümseyen fotoğrafımız, vazo da bana aldığı ilk güller… Başımı sağa çevirince yerdeki kırık tabakları ve devrilmiş sandalyeyi gördüm. İşte geldiğimiz son nokta… Yatak odasına yöneldim, aklımda çekmecenin gizli bölmesine sakladığım birkaç küçük altın geldi. İyice baktım ama benden önce alıp çıkmış olmalı. Şaşırmadım, hep yaptığı şey. Gözyaşlarım ağır ağır akıyordu ama ben kıyafetleri askıdan indirirken zamanla yarışıyordum. Küçük valizim ne kadar aldı ise o kadar eleme yaptım. Kapıya doğru yöneldim. Çiçeklerim, duvara astığım iki tablom, yüzlerce kitabım… Ne çok şey bırakıyordum geride. Benden geriye kalanımla yaşayabilmek için nelerden vazgeçiyordum… Ya şimdi çıkacaktım ya da şimdi…

Elimde valizle terminale doğru ilerlerken akşam ezanı okundu. Dedem biz çocukken ‘akşam ezanından sonra sokakta kalınmaz, eve almam sizi’ diye tembih ederdi. İyi ki bu hallerimi görmedi diye geçirdim içimden…

-Merhaba.

-Buyurun

-İlk otobüs, bir bilet…