Birkaç senenin ardından kendini toparlama süreci olarak adlandırılan bir dönemin sonunda Sigur, evine geri döndü. Evinden uzaklaşmasının sebebi ise bir cenazeydi. Ağır ve derin sancılarla atlatmaya çalıştığı bu hatıranın izleri Sigur’un gözlerinin altındaki keskin morlukta fark edilebilirdi. Bir elinde bavulu, diğer elinde ise evinin anahtarı. Apartmandan içeri girip ağır adımlarla merdivenden yukarı çıkan Sigur, birinci kattaki kendi dairesinin önüne geldiğinde duraksadı. Ayaklarının altı ince bir sızıyla sızlıyor, uzun süreli olan bu yolculuğun acısını sanki bir anda çıkartıyordu ayakları Sigur’dan. Uzun zamandır ayrı kaldığı evinin anahtarını kapıdaki kilide yerleştirirken rengi gitgide beyaza dönen, mat, cansız teninde ter izleri parlaklaşıyordu Sigur’un. Nitekim zihnindeki anıların birçoğuna ev sahipliği yapmış olan bu evin girişinde istemsizce korkuyla harmanlanmış bir endişe duyuyordu Sigur. Kilidin birkaç takırtısından sonra istemsizce ve sanki uykusundan zorla uyandırılıyormuş gibi kapı, cılız biz sesle aralandı. Kapı eşiğinde duran Sigur, bu yalnızlar kentine dönen evin gün ışığı altında soğuk siyahı yakalayan rengine adım atmak istemedi. İçten içe geride bıraktığı acı ve hüzün dolu günlerin tekrar başlayabileceği endişesi ile adım atmak istemedi. Son bir söz, son bir bakış, son bir gülümseme...

Sigur’un bu evden uzaklaşmadan önceki son hatıralarıydı bunlar. Yine bunlar akla gelince birer ışık hüzmesi gibi bu kasvetli karanlıkta gülümsedi Sigur. Ve içeri bir adım attı, ardından kapıya döndü. Tekrar kapıyı uykusuna yatırmak istermişçesine yavaş yavaş kapıyı kapattı. Elindeki bavulu yere bırakmadan, ceketini asmadan, ışıkları yakmadan bu evdeki en eski dostunu bunca geçen zamanın özlemi ile görmek istedi. Hızlı hızlı, seri seri adımlarla Sigur; eski çalışma masanın olduğu odaya geldi. Bavulunu kapının yanına bıraktı ve ceketini de onun üzerine koydu. Bu odaya gelirken kendisiyle beraber getirdiği ceketiyle bavulunun yanında koskocaman bir sevdayı da yanında getirdi. Sevda bu odada çalışma masasında Sigur’un dirsekleri çürürken kadının bir ufak bakışıyla doğmuştu ve Sigur bu odayı, bu evi terk ettikten sonra sevda acısına eşit oranda büyümüştü ve odanın bu sevdayı özleyebileceğini düşünmüştü.

Nitekim Sigur, içten içe bu özlemi ağır bir telkinle hissedebiliyordu ve bu telkini hissederken aynı zamanda tozlu bir rafa dönen odasına hüzünle bakıyordu. Eski, canlı renklerine grimsi bir ton katan oda içinde büyük bir gizemi saklar gibi hareketsiz ve cansızdı. Bunca zaman geçtikten sonra Sigur, bu olağan renge hiç de şaşırmamıştı. Bu hüznün nedeni ise yanılmadığından dolayıydı. Belki bu hüznü hafifletmek için perdeleri açarsa hareketin geri geleceğini düşünüyordu ancak renklere nasıl canlılık vereceği hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Bunun üzerine perdeleri açmak için harekete geçen Sigur, vücudunu ağır bir hareketle ileriye doğru atılmasını sağladı. Perdenin baş kısmından tutarak az önceki hareketinin aksine esnek ve çevik bir hareketle bu kare odaya gün ışığını saniyeler içerisinde doldurmayı başarmıştı. Tüm bu grimsi, bulutlu hava yağmurun yağmasını beklerken tavandan yaz bayrağı kapıp masaya bir yumruk gibi indirmişti gün ışığını. Bu yumruğun inmesiyle uçuşan tozlar Sigur’un gözleri önünde adeta dans ediyordu. Bu dans, pencerenin önünde duran Sigur’u derin ancak bir o kadar da eski bir hatıranın içine çekiyordu. Buraya taşındığı ilk güne geri getiriyordu onu.

Sigur’un çalışma masası, kare odanın merkezinde ahşap bir sandalye ile hayatına devam ediyordu. Odanın geri kalan kısmında pencereyi kapatmayacak bir şekilde kitaplıklar baş gösteriyordu. Yerde eski, el işlemesi kırmızı renkte İran halısı, perdelerin beyazlığı ile bir çatışma içerisinde gibi duruyordu. Parkeler ise olabildiğine bu çatışmadan uzak ve tarafsız gözüküyordu. Pencere ise çalışma masasının gölgesinde, arkasına saklanıyordu. Huzur ve kaos Sigur’un bu eve ilk geldiği günkü gibi asil bir sükûnetle devam ediyordu. Bu odada, bu eve taşındığından beri hiçbir eşyanın yerini değiştirmediğini fark etti. Bu farkındalığın ardından kendisini pencereden dışarıyı seyrederken bulan Sigur; binaların kirli görüntüsünde, bulutların şekilden şekle giren suretlerinde ve aynı zamanda sokakların cilvesinde bir kadını görmeyi arzuladı. Yalnızlığından gelen bu arzu, kızıl bir utançla başını sol omzuna doğru yaslamasını sağladı ve yanağını biraz omzuna sürttükten sonra gözleri çalışma masasına takıldı.

Sigur, bu sefer gözlerini çalışma masasının üzerinde gezdirmeye başladı. Eski hatıralardan ziyade eski edebiyat dergilerini, yarım bırakılmış makaleleri, kapakları sırra kadem basan kalemleri ve bir de ufak cam bir kâsede akide şekerleri gözüne çarpıyordu Sigur’un. Ayaklarının sızısını tekrar hissedince bu sefer usulca, sanki masayı rahatsız etmek istemiyormuş gibi ahşap sandalyesine doğru birkaç adım attı ve sandalyesini kendisine doğru çekerek oturdu. Sigur’un oturmasıyla ahşap parkeden bir çığlık yükseldi. Ne kadar da zaman olmuş oysa! Bu odaya gelmeyeli, şu sandalyeyi çekip oturmayalı diye düşündü Sigur.

Çığlıktan çıkartılabilecek düşünceler miydi bunlar bilinmez ama parkenin bu gıcırtısıyla uyanan raflardaki kitaplar Sigur’un gözlerinde isimlerini bir bir belli ediyordu. Bir tarafta Sigur’un en sevdiği şiir kitapları, bir tarafta ise en sevdiği romanlar. Uykuları yeni yeni açılan bu kitaplar sanki Sigur’un ağzından çıkacak bir günaydına bakıyordu. Hatta Sigur’un ağzından çıkacak tek bir kelimeyi ya da ilk kelimeyi beklermiş gibi kendilerini belli ediyordular. Ancak Sigur’un derin geçmişi ve bir o kadar da derin düşünceleri dudaklarını oynatmasına bile izin vermiyordu. Sanki dili yoktu Sigur’un. Öyle yoruyordu ki bu hâl onu, öylesine yakıyordu ki canını kitaplarıyla konuşmamak, hiçbir söz ya da boş satır onu bu cehennemden alıkoyamayacak gibi gözüküyordu. Bu kapıldığı yeni acıyı hafifletmek için eski bir dostun omzuna koyarmışçasına elini masasının üzerine koydu. Yavaşça ellerini gezdirmeye başladı masayı ürkütmeden masanın üzerinde. Bu gezinti sırasında eline bir resim geldi Sigur’un. Arka yüzü dönük olan bu resmin üzerinde “yaprağın narin ucu’’ yazıyordu. Sigur içten içe büyük ve hiddetli bir iniltiyle bu yazıyı okuyunca hiç kapanmayan yarasını daha da açmıştı. Acısına oranla büyüyen sevdası şimdi bir yaş daha büyüktü bu yazıyla. Resmin ön yüzünü titreyen, terli elleriyle çevirmeye cesaret eden Sigur; önceleri de çarpmış olduğu bu güzellik abidesine bir kere daha tosladı. Kapının eşiğinde duyduğu endişenin gerçekleşebileceğini düşündü. Bunun üzerine dikkatini resimden geri almak isteyen Sigur, bu sefer kulpları olmayan masanın çekmecelerine doğru uzandı. Aklındaki düşüncelerle yarışa giren ve onları kendinden uzak tutmaya çalışan Sigur, çekmeceleri hızla karıştırmaya ve tüm tozları yeniden dansa kaldırmaya başladı. Defterler, ödenmiş eski faturalar, yepyeni hiç kullanılmamış kalemler. Küçük bir selamlaşmadan sonra bu çekmeceler arasında Sigur, masanın son çekmecesine uzanırken parke bir kez daha inledi. Sanki artık niçin buraya geldiğini o da anlamıştı. Yapma dercesine bir inleyişti bu. Sigur bu sesi dinlemek yerine masanın son çekmecesini açtığında odanın bütün renklerinden kurtulan sararmış bir vasiyetname ve altın sarısı bir kurşunu bulmuştu. Kurşunu bulunduğu yerden alıp başparmağı ve işaret parmağı arasında tutan Sigur, tıpkı bir elmas parçasının işçiliğine bakarmış gibi gün ışığına tuttu kurşunu. Ve tek bir hamlede sol avucunun içine kafesledi bu elması. Diğer eliyle kâğıttan gemiye benzeyen vasiyetnameyi aldı ve yavaşça sandalyesini geriye ittirdi. Dirseklerini dizlerinin üzerine yerleştiren Sigur, sol elinin parmaklarını yavaşça serbest bıraktı ve terli avucunun içinde kayan kurşunda gözlerini bir kez daha gezdirdi. Ardından eski vasiyetnamenin sarılığında kurşunun ne kadar da canlı bir sarı renge sahip olduğunu fark etti. Böyle şeylere dikkat edip düşünmek, Sigur’u daha sonra içine düşeceği anı hendeğinden bir süre uzak tutacaktı. Ancak bu fazla sürmedi. Bu kurşunun hikâyesi vasiyetnameden geliyordu. Sevdiği kadından kalan tek şeydi bu kurşun ve Sigur’un sevdalısına göre onları ya bu kurşun ya da ecel ayırabilirdi. Bu iki bahisten biri, bir diğerinden daha baskın gelerek hayatın gerçeği olarak kabul ettiğimiz ecel, kadını bir çırpıda bir trafik kazasında yanına almıştı. Sigur ecele kızgın olamazdı, hakkı veyahut haddi değildi. Odanın bile henüz bilmediği bu vasiyetnameyi tekrar okuyacaktı Sigur yine içinden. Deli divane gibi gezerken satırlarda bir veda çarpıyordu Sigur’un gözlerine. Bir veda. Bir veda istiyordu Sigur’un sevdalısı. Eğer ki bana bir şey olursa diye başlayan cümlelerle dolu bu vasiyette kurşunun yeri Sigur’dan daha büyüktü. Bu büyüklüğün hakkını vermek için en uygun yer bile yazıyordu bu vasiyetnamede. Artık zamanı gelmişti ve Sigur her geçen gün daha da yaşlanıyordu her insan gibi. Yine de Sigur’un bu vedası sadece ona, yani Sigur’a özel ve özgündü. Bunun üzerine donuk bir surat ifadesiyle önceden okuduğunda bu vasiyetnameyi geçirdiği şokun ve üzüntünün biraz hafiflemiş hâli çınlıyordu Sigur’un kulaklarında. Bu çınlamayla beraber Sigur, vedayı gerçekleştirmek üzere gitme vaktinin geldiğine inanarak bu vedayı odaya fark ettirmemek için vasiyetnameyi çekmecesine geri yerleştirdi ve kurşunu yine avucuna kafesledi. Ardından sanki hiçbir şey hissetmiyormuş gibi soğukkanlı bir yüz ifadesiyle oturduğu sandalyeden kalktı ve odanın kapısına doğru ilerledi. Kapının yanında, bavulunun üzerinde duran ceketini aldıktan sonra aynı yüz ifadesiyle masaya bir kez daha baktı. Odadan çıkarken odanın bu vedadan haberi yoktu. Bu kızgınlıkla Sigur’un gözlerine o canlı renklerini hiç mi hiç geri vermeyecekti. Ancak Sigur bunun farkına varmışçasına odadan çıktıktan sonra odanın kapısını kapattığı gibi gülümsedi ve yola koyuldu. Kurşunu alıp Sevdalılar Uçurumu'na geldi Sigur. Bu adı Versa koymuştu buraya. Sigur’un gözlerinin içine baktığı ilk yer, en manalı cümlelerini söylediği ilk yer, Sigur’u öptüğü ve en güzel eveti verdiği yer burasıydı.

Sevdalılar Uçurumu! Sigur ve Versa’nın en uç noktası! Yolda gelirken hiçbir şey düşünmeyen Sigur, bu olayı bir anlığına fırtına öncesi sessizliğe benzetti ve irkildi. Ancak onun bu korkusu olabilecek fırtınaya değil, bu fırtınanın bir daha olmamasınaydı. Ulu bir maviliğin önünde, uçuruma bir adım kala durduğu yerde Sigur, korkudan mı yoksa esen rüzgârdan mı titriyordu, bilemiyordu. Deniz, iki sevdalından birinin burada olduğunu fark edince dalgalarla hoş geldinler yolluyordu kayalıkların dibine. Bu hoş geldini duyabilmesi için adeta çabalıyordu deniz. Ancak Sigur’un girdiği bu derin mevzuda denizin derinliğinin önemi ne kadar da azdı. Kurşunu cebinden çıkartan Sigur, gözlerini kısarak kurşunu göğe doğru yine iki parmağı arasında kaldırdı. Denizin bu kurşunu fark etmesiyle oluşan korkusu, sanki bir kadını elde etmek için uğraşan iki erkeği andırıyordu. Bu derin mevzu, o anda Sigur ile denizin arasındaydı. Denizin bu korkusuyla beraber dalgalar artık hoş geldinler yerine korkusundan vuruyordu kayalıklara. Bu korkuyla beraber dahada büyüyen dalgalar sen buna hazır değilsin dermişçesine vuruyordu kayalıklara. Buna cevap vermek istermiş gibi duran Sigur, egoist bir edayla sanki o kadın benim dermiş gibi kendinden emin bir adım attı uçurumun dibine. Yükseklik korkusu olan bu adam mümkün olduğunca aşağı bakmamaya çalışıyordu. Denizin korkusunu şimdi daha iyi fark edebiliyordu bu adımıyla beraber. Denizin bu korkusunu bitirmek üzere kurşunun bulunduğu elini havaya kaldırdı ve gerildi Sigur. Derin bir nefesle kurşunu denizin kalbine fırlattı ve sanki bu yas dolu kurşun namlunun ucundan çıkmış gibi vurdu denizi. Korkudan kayalıkların dibine saklanan dalgalar, sevdalılardan biri olan bu çocuğun bu kurşunu fırlatmasıyla duruldu. O anda Versa’ya karşı elveda sözcüğü bir kelebeğin kaçışı gibi Sigur’un dudaklarının arasından uçuşarak kaçtı. İşte hak ettiği bir veda. Ne kadim ne mücadeleli ne davalı bir vedaydı bu. Sevdiği kadın uğruna bir vasiyetname ile denizi öldürmeyi kabul bile etmişti Sigur.

Anladı o zaman Sigur. Sevda bir ömür boyu, öyleyse sevda kurşunun sarısı kadar parlaktı ve bu parlaklık her aşığı kör edebilecek seviyeydi. Ucunda bir denizi kırmızıya boyamak olsa da. Ancak bu körlüğü fark etmek de yine sevdalının işiydi. Evin yolunu tutarken Sigur, deniz tekrar yavaştan dalgalanmaya başladı.

Bir daha buraya uğrayacak mı Sigur? Hiçbir zaman bilinmez ama uğramayacağından deniz emin gibiydi.


(Ve Tersine, sayfa 21-28)