I. BÖLÜM: İLK DENK GELİŞİM


Çıktık yollara oldukça serin bir İstanbul akşamında, hikaye kovalamaca oynamaya. Üsküdar’da yürüdüm onca yolu, yok... Kitapçıları dolandım, yok... Vapura bineyim belki olur dedim, çünkü vapur yazdırıyor genelde, yok... Karaköy’den başladım Taksim’e yürüdüm, yavaş yavaş kafamda kelimeler dans etmeye başladı. Oturdum Taksim Meydanı’nda, Şişhane’nin caddelerini geçtikten sonra. Bu arada ayaklarım isyan etmeye başlamıştı da.


Solumda turuncu bereli yirmili yaşlarda bir genç. Tütün sarmaya çalışıyor. Onun solunda bir kadın elinde muhtemeldir ki filtre kahvesi, belki lattesi çünkü yeni nesil dedikleri kahvecilerden alınma take away dedikleri tarzla kartondan bir kahve kutusu vardı. Sağımda cipsiyle birasını aynı anda bitirince hüzünlenen bir adam... Kısa bir süre sonra cipsin poşeti önümden süzülerek gitti . Dedim tamam oldu işte. Al sana bir hikaye. Bu da birasıyla cipsini aynı anda bitirince hüzünlenen bir adama denk gelişimin hikayesi olsun.


II. BÖLÜM: BİR BAŞKA GÜN HATRIMA GELDİ O ADAM


Karısına deliler gibi aşık, çocuklarına düşkün, evine bağlı, namuslu bir adamdı. Sabah erkenden kalkar, eşiyle birlikte kahvaltılık bir şeyler atıştırır, dişlerini fırçalar, dün geceden ütülenip hazırlanmış üniformasını giyer ve işine giderdi. Akşamları, eve gelebildiği vakitlerde eve girer girmez eşinin sevgi dolu gözleriyle sarılırdı. Ardından eşinden ve çocuklarından aldığı öpücüklerle tüm yorgunluğu giderdi. Çocuklarıyla oynar, eşinin kurduğu sofraya oturur afiyetle yemeğini yerdi. Mutlu mesut bir hayatı vardı yani. Yani ben öyle olduğunu hayal ediyorum şimdi. Ülkemizin çok da tekin olmayan sokaklarında yaşanan bir intihar saldırısı sonucu iki kız çocuğuyla birlikte gözünden bile sakındığı eşini toprağa veren bir adamdı belki de. Karısını ve çocuklarını toprağa verirken ki o mezarlık manzarasını düşünmemek için kendini alkole vermiş, neticede sokaklara düşmüş bir adamdı. Yani, cipsiyle birasını aynı anda bitirince değil hüzünlenmek, hüngür hüngür ağlamalıydı belki de...


III. BÖLÜM: BİR VAPUR YOLCULUĞUNDA HATIRLARIM


Yine bir gün İstanbul’a ayırdım kendimi. Önce Üsküdar’da aldım soluğu, sonra vapura yöneldim. Ama dedim yok Üsküdar-Eminönü hattı kesmez beni bugün. Haliç Hattı’na yöneldim, daha vakit vardı. Bir miktar da acıkmışım. Arkamdaki büfeden sosisli patso aldım. Az sosisli, çok patatesli ama bol ketçap mayonezli çok da tatmin etmeyen bir patso. Yanında ayran. O an aklıma ilk gelen nedense ayran oldu. Sonra kola daha iyi gider diye düşündüm ama büfedeki adama ayran iptal kola alayım diyemedim. Diyemiyor insan bazen. Halbuki parasıyla değil mi? Ama işte diyemiyor insan nedense bazen. Oysaki bir başka zaman bir başka konuda uzun uzadıya tartışabilirdim. Gel gör ki o gün kola içmek istediğimi söyleyemedim. Ayran demişim bir kere. Her neyse olan oldu, patso yendi, ayran içildi. Bir iki turladım. Sonra turnikeye kartı basıp bekleme salonunda beklemeye başladım. Ardından kapıların açılması ile insanlar karınca sürüsü gibi harekete geçti tabii ben de. Vapura binildi. Cam kenarına oturmadan evvel salep alındı. Manzarayı seyrederken yine o Taksim’deki adam geldi aklıma. Gençken sevgilileriyle el ele tutuşup vapur yolculuğu yapmıştır kesin. Ama ben üşümeyi pek sevmediğim için genelde kapalı alanlarını tercih ederim vapurun. O kesin açık bölümlerde yolculuk etmiştir. Ben evli ve iki çocuk babası bir adam hayal etmiştim önce ama belki de hiç evlenemedi. Belki de çok aşık oldu bir siyah saçlı kadına üniversite yıllarında. Üniversitenin kampüsünde sohbet ederken bir anda sağcı gruplarla solcu grupların birbirine girmesiyle olayların ortasında kaldılar. Elinden gelen her şeyi yaptıysa da sevdiği kadını nerden geldiği kestirilemeyen bir kör kurşundan koruyamadı. Hastaneye yetiştiremedi ve nihayetinde elleriyle koydu onu toprağa. Sonra hiç unutamadı sevdiğinin göğsüne saplanan o kurşunu. Elinden kayıp giden paketin ardından bakakalışı da bundandı belki de.


IV. BÖLÜM: BİR HATIRAYA RÜCU


Çocukluğumdan beri benimle birlikte yaşayan ve beni asla terk etmeyen sadık dostum, o yalnızlık hissi… Onunla yaşamaya o kadar alıştım ki, belki de bu yüzden bu denli severim İstanbul’u. O kadar kalabalık ki İstanbul, bendeki bu yalnızlık hissini pekiştiriyor, coşturuyor. Hatta çoğu zaman var mıyım, yok muyum onu bile sorgulatıyor. Eminönü’nde, Üsküdar’da, Kadıköy’de, Fatih’te, Avcılar’da, vs. vs. meydanlarda, caddelerde yürürken bazen görünmez olduğum kanısı iyiden iyiye ağdırıyor terazinin kefesini.


Bazen, sanki beni sırlayan bir ışık huzmesi içinde gezindiğim, âleme bu ışık huzmesi içinden baktığım ve beni kimsenin göremediği hissine emin adımlarla ilerlerken; kaldırımın daracık bir noktasında gövdemi karşıdan gelen bir insanın geçeceği yönün tam tersine meylettirmek zorunda kaldığımda ve karşıdan gelen kişinin de aynı ihtiyaca binaen bana tam zıt yönde meylettiğini görünce anlarım hakikati. Yahut vapura, otobüse binerken kart bastığımda çıkan ses deler beni sırlayan ışık huzmesini. Yahut, metrobüste, tramvayda kimi insanların inmesi gereken duraklarda aşmaları gereken bir engel olduğumu hissettirdikleri noktada ayılırım. Ancak bu gibi haller dışında kaplanır her yanım o ışık huzmesiyle ve galiba daha huzurlu hissederim. Hem de sanırım bu hissi aramak için tek başıma atarım kendimi İstanbul sokaklarına. Sanırım ruhum içten içe arar bu hissi.


İşte yine bu ışık huzmesi içinde olduğum kanısına kapılıp Yenikapı-Kirazlı metrosunda yolculuk ederken, karşıma üstü başı kir pas içinde yedi ila dokuz yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir çocuk çıktı. Elinde yarıdan kesilmiş bir su şişesi vardı ve gelip tam karşımda durdu. O anda bütün benliğimle aslında orada var olduğum ve insanların beni görebildiği hakikatine bir kere daha uyandırdı beni. Gözlerine bakmamaya çalıştım. Çünkü para istiyordu. Vermeyecektim. Vermemeliydim. Çünkü bir keresinde, sokakta yaşayan insanlara yemek dağıtan bir dernekle birlikte ben de yemek dağıtmıştım. Yemek dağıtma işleminden evvel dikkat etmemiz gereken birkaç hususla ilgili bilgilendirmeler yapılmıştı ve çocuklara kesinlikle para vermememiz salık verilmişti. Tabii bunu, detayları ile neden böyle olması gerektiğini açıklamışlardı. Bir süre, o küçük çocuk tarafından psikolojik baskıya maruz bırakıldıktan sonra çocuk, trenin diğer vagonlarına doğru ilerlerken aklıma yine o Taksim hatırası geldi. O adamın belki de hiçbir zaman normal bir hayatı olmadı dedim kendi kendime. Belki de, kendi ayakları üstünde emin adımlarla yürümeye başladığı andan itibaren hep dilendirildi. Hep istismara maruz bırakıldı. Kimse elinden tutmadı yıllarca. Talih hiçbir zaman gülmedi ona. Hep sokaklardaydı ömrü boyunca.


Tramvayda karşıma vicdan azabı gibi dikilen o çocuğun da Taksim’de birasıyla cipsini aynı anda bitirince hüzünlenen adamın da kirli ve bir cebi yırtık montu yeşildi.


V. BÖLÜM: BİR SORU


Şöyle bir uzanıp yatağıma, uykuya dalmadan evvel telefonu elime alıp biraz sosyal medyada dolaşayım dedim. Gönderileri kaydırdıkça bir karanlık çöktü yüreğime. Yediden yetmişe herkes ekonomiden şikayetçiydi. Kimi küfür kıyamet gönderiler paylaşıyor, kimileri mizahı kullanıyor, kimileri de sokak röportajları yapıyor ve halka durmadan 'ekonomi nasıl' diye soruyor. Şu son zamanlarda sokak röportajları denilen garabet aynı sorunları devamlı önümüze getirip insanları kin ve nefrete sürüklemekten başkaca bir halta yaramıyor. İnsanların içinde bulunduğu zor ekonomik şartları kullanıp bir de sokakta insanları birbirine düşürüp takıştıran bu ahlaktan yoksun ve pirimden başka bir amacı olmayan zillet, rezalet yüzünden zaten fazlasıyla yorgun ve gergin olan halk daha da öfkeli ve stresli bir ruh haline bürünüyor. İnsanları sokak ortasında atıştırarak ve birbirlerine hakaretler etmelerine zemin hazırlayarak para kazanmayı kendine düstur edinen bu meşgale de sanırım 'enflasyon' denen canavarın bir başka tohumu. Sürekli pahalılaşan hayat insanları daha fazla para kazanma hırsına sürüklüyor. Nereden nasıl daha fazla para kazanalım gibi soruların peşine takılan insanlar tıynetlerine göre farklı yollara başvuruyor. Daha fazla para kazanma, daha çok kâr etme hırsı giderek ahlakımızı alıyor elimizden. Şöyle bir geri çekilip, hayata baktığımızda giderek insanlıktan uzaklaştığımızı görmek çok da zor değil. Tabii tek başına enflasyonu günah keçisi ilan etmek biraz haksız bir tutum olur ama denebilir ki enflasyon sebep, insanlığın ölümü sonuçmuş.


Şu bizim Taksim'de birasıyla cipsini aynı anda bitirince hüzünlenen adam da etkilenmiş midir enflasyondan? Elbette etkilenmiştir zira bira ve cips de sürekli pahalanıyor ama o enflasyonu bizim kadar dert etmez. Neden? Çünkü onun evi sokaklar olduğu için kira ödemez. Aylık mutfak alışverişine belli bir bütçe, çocukların okul masraflarına belli bir bütçe, arabanın benzinine, kıyafete, faturalara belli bir bütçe ayırmaz. Mobilya değiştirme derdi yoktur, kullandığı telefonun bir üst modelini alma hevesi yoktur. Onun her gün yemek yemek gibi bir derdi de yoktur nasıl olsa. Bulabildiği zamanlarda ne bulursa onu yer. Dolayısıyla enflasyondan bizim kadar etkilenmez asla. Böylece daha çok köleleşmeye razı olmaz, onurundan ve ahlakından uzaklaşması gerekmez. Demek ki enflasyon canavarından etkilenmemek için, daha hür ve daha onurlu bir yaşam için kendini sokaklara mı atmalı insan?