Ansızın gelen her şey, insanoğlu ve inşa ettiği her şeyi ya yıkar ya yapar... Hazırlıklı olan insana ansızın gelen hiçbir maddi ve manevi bela ciddi zarar veremez. Yurdumuz ve yurttaşlarımızın yaşadığı iki büyük deprem, bu elem dolu felaket, her ne kadar büyük olursa olsun, milletimizin merhamet ve dayanışması dan büyük olmadığı da su yüzüne çıkan bir gerçektir.
Mimar Sinan raylı sistemin keşfini yaptığı zaman, japon milleti kendi ülkesinde uygulamaya, yapılarını ona göre, 9 üzeri depreme göre ayarlamış ve bizim bundan milletçe haberimiz, ancak deprem olduğunda oluyor ise, milletçe suçu üstlenmek zorundayız demektir. O kamuoyunu yaratmadığımız ve harami rantçıların milletimizi uyutup kapılar ardından mezar taşı yapmalarina ve bizi o betonumsu, çalıntı hafriyatların altına gömmelerine müsaade ettiğimiz için kendimize pay biçmemiz gereklidir.
Güçlü örgütlenme olmadan, dayanışma teşkilatı diri ve nazır olmadan hangi bela musibete karşı direnilebilirki...İnsanlık tarihinde böyle bir olay cereyan etmemiştir. Mahallesinden köyüne, metropolüne kadar, savaş, deprem ve diğer doğal afetler olduğu anda herkes ne yapacağını hakkıyla detayına kadar çocuktan yaşlıya, devlet, ordu, sivil toplum kuruluşları, yardımcı kuruluşlar, bakkal, berber, kasap, hatta sokakta boş boş gezen amaçsız serseri çocuklar, ne yapacağını bilmiyor ise, ortada bir milletin varlığından ve ağırlığından bahsedilemez. Evet millet... Bilinci, amacı ve maddi manevi olarak hepimizin içine sığabildiği kocaman bir ata çadırı gibi korunaklı ve sağlam bir güven alanı gibidir millet...Yöneticiler ve siyasetçiler bu çadırın bekçisi, bakımcısı, fedaisi, iaşecisi, kulu, hizmetkârları olur. Cümle cihan toplansa üstüne gelse, yer yarılsa yerin dibi dışarı çıksa, doğa ana afet ordularını gönderse, dayanır bu otağı sağlam çadır...Binlerce yıllık, ilmek ilmek dokunan, malzemesi, hammadesi her şarta dayanıklı, dört mevsim yedi iklime uygundur.
Kamuoyunda gördüğümüz tüyler ürpertici haykırışlara ne demeli? "sen yardım getirdin, ben üstüne kendi logomu koydum" "burda siyaset yapmayın", "hayır bekleyin size nereye gideceğinizi söyleyeceğiz yardıma(7 saat bekledikten sonra)", "Sessiz olun göçük altında insanlar var duyamıyorum, alkışlamayın, kurtulan insanları gördüğünüzde, aptal aptal kalabalık yapıp telefon kamerasıyla işimize mani olmayın" , "altıncı gün oldu, yeğenlerim, kardeşim enkaz altında, ne olur yardım et Haluk levent, Ahbab", "Allah belanızı versin oy, moy yok size( bölgeye gelen milletvekili arabalarını kovalayan halk)".
Doğal afet, doğa kanunlarına tam sadakat ile oluşurken, biz kendi ellerimizle yaptığımız kanun ve kurallarımızı dosdoğru uygulayamadık. Milletimizin can ve mal güvenliğini tam sağlayamadık. Öyle ya da böyle...İliklerimize kadar ellerimiz bağlı oturup beklerken yemek, içmek ve yaşamsal ihtiyaçlarımızı karşılarken bir utanç kapladı hepimizi, suçlu olsak ta olmasak ta...Yaradan seslendi vicdanlarımızdan hepimize...Enkaz altında yahut kurtulan insanlarımızın feryadı kulaklarımızda yankılandı. -15 derecede ısınamayan, iki haftalık bebeğine mama veremediği için, ilk 48 saat şekerli su veren anneler, saçlarını başlarını yolan, kurtulmuş fakat aklı enkaz altında kalmış yurttaşlarımızın yanan ciğerleri tüm millete ve dünyaya sirayet etti... Çok büyüktü felaket...Deprem olunca burnu kanamayan Japonlar, yahut bölgedeki yıkılmayıp dayanan TOKİ evlerinde kalan yurttaşlarımız gibi bol bol şükreden insanlardan olamadı bu garipler...Bu insanlarımıza dolaylı yahut doğrudan sahip çıkmadığımızı, tedbirini alamadığımız için hepimiz böyle vicdan azabı çekip ağladik milletçe...
Karakol nöbetinde uyuyakalan ve komutanının denetim eksikliğinden gevşeyen askerin, gaflet uykusunda iken, düşmanın baskın yapıp tüm bölüğün canına kast etmesi gibi, gafil avlandik, acıdık, kanadık, kan kustuk. Elbiseleriyle gömüldüler mazlumlar, bulundukları yerlere yakın mesafeye defnedildiler, yıkanmadan naaşları...
Tanrı, tıpkı ayı ve güneşi bir ölçüye göre uzay boşluğunda yüzdürdüğü gibi, yeryüzüne bir kader, bir ölçü tayin ederken, insanoğluna bu yer hareketlerini hesaplamasını öğretmedi mi? Hesabını bilen insan, planlarken beklenmedik bir felaket ile nasıl karşılaşabilir ki zaten? Rüzgar ne kadar sert eserse essin, kayadan alıp götürdüğü toz olması gerekirken, o kayayı parça parça etmesi, ortadaki acziyetin ve zayıflığın tecellisi olarak karşımıza dikilmiştir.
Devlet büyüklerimizin acı ve öfke dolu yüz ifadeleri ve güçlü görünme çabaları Devlet-i Âliye'nin itibarini koruma çabalarını, nedensellik ve devlet geleneğini uygulama açısından anlamaya çalışsak ta, onlara etraflarındaki vicdanlı ve ferasetli danışmanların(eğer var ise), dünyanın en yüksek teknolojisine sahip dünya dolusu sermayesi olan ABD'nin California eyaletindeki bir tsunami yahut kasırga sonucunda ne denli acizlestiğini ve yardım talep ettiklerini hatırlatması gereklidir. Bu devletin acziyetini değil, doğal afetlerin ırk, din, dil, devlet seçmediğini, evrensel bir tehdit olduğunu, dünya insanlarının hatta bu konuda ortak bir mücadelede olması gerektiği bir durumdur. 4. Seviye alarm kodu ise bu gibi durumlarda mecburi bir uluslararsı antlaşma maddelerinden biridir.
Devlet Baba, kendi halkına merhamet gösteren, zor günlerinde çorbasını, çadırını, temel ihtiyaçlarını, enkaz altında sevdikleri ölmüş ve ihmal edilmiş yurttaşlarımızın, kendisine sövmesini bile affedecek kadar asil ve samimi olmalıdır. Elbette ki, Türk milletinin devleti aciz değildi, değildir, olmayacaktır da...Her endişe sahibi müsterih olmalıdır, eğer aciz olduğunu farkeder ise, hemen kendisini yıkıp yerine daha cevvalini kurar hatta...17 kere bu tecrübe tasdik edilmistir. Lakin, enkaz altında kalmış bir yavrunun annesinin ahını alırsa, devlet ebed müddet olur da, onları yönetenler taş olur.
Kızılay, AFAD ve diğer devlet kurumlarının yöneticileri kar amacı düşünmeden sosyal devlet terbiyesi, geleneğiyle, bu topraklarda yaşayan halk ve mazlum dünya halkları için mücadele veren liyakatli, vicdanlı, insanlık duyumlarını duyan kendini sahada kanıtlamış insanlar olmalıdır. Bu adamlar ancak yaptıklarıyla, devletin itibarını ve sözünü yere düşürmez, bu kurumlara olan halkın inancı sağlam olur, halk alternatifler peşinde koşmaz. İnsan seçimi ona göre yapılmadığı zaman, ortada devlet diye bir tüzel kişilikten bahsedilemez.
Devlet matematik ve planlamadır. Matematik ve planlamanın olmadığı devlet, devlet olmaktan çıkar, memuriyet ve liyakat teşkilatını kaybeder. Ateist, müslüman, yahudi, hristyan, deist, budist, taoist olan bireylerde ortak güven yaratandır. Devletin düzeni, dini, diyaneti adalettir. Hiçbir depremin yıkamayacağı bir zemindir bu. Yaradan'ın gölgesi olmak zorundadır. Devlet dengedir; gazap eden ve öncü olandır. Devlet akıldır. Kim yahut kimler ki devlet gemisini yüzdürme adaydır, kişisel hırslarını, menfaatlerini, benliğini öldürmelidir. "Ben ve benimler" gider, "sadece biz" kavramı kalır. Anne sütü içmesiyle hayatındaki ilk mülkiyet kavramını başlatan kişi, devlet tüzel kişiliğine dahil olunca maddi çıkarlarını geriye atar. Bu güven ortamında, aidiyet duygusu sağlamlaşır ve toplum milletlesir. Bu kavramların biri yahut birkaçı yok ise, devlet devlet olmaktan çıkar, şirketlesir. Kar amacı güden kafalar, ne enkaz altındaki canı düşünür, ne sokakta açlıktan ölen hayvancağızları...
Kader ölçüdür. Ölçülmeyen herşeyin geleceği sakattır, hesabı ve hükmü butlandır. Anksiyete, kaygı bozukluğu, şaşkınlık yaratır. Ölçüsüzlük haddi aşmaktir. O kader ki, cüzi iradeyi, külli iradenin sunduğu ikram sınırlarının ufkunda gizler. Hesabı, planı yapan ve ölçen külli irade, cüzi iradeyi öyle yada boyle kendine hizmet ettiriyor ise, biz hangi akla hizmet, bizden gayrı bir kader diye enstrüman icad edip, hep aynı şarkıları çalıyoruz? Hangi kulaklara seslenip onları yönetmeye, aldatmaya uğraşıyoruz? Şu sürekli papağan gibi tekrar ettiğimiz makus kaderimiz, yaptıklarımız yapacaklarımız, yapamadıklarımız, yaparken vazgeçtiklerimiz, yaptığımızı zannettiklerimiz...Bu kurguların başrol kahramanları ben miyim? Sen misin? O mu? ...Biz olmadığımız, her mecmua sürüden ayrılan koyunun, kurda yem oluşunun farklı biçimlerde tezahür süreci değil midir?
Avam dilindeki kader, hangi yönetimlere, kurumlara, kişilere yahut cemiyetlere hizmet ediyor ise, o kişiler ve kurumlar uydurmuş ve kendine geçim kapısı yapmıştır. Kulağından yönetilenler ise kanmış, kanamış olur. Bu uyduruk kader, acziyetin kibarcasi, süslüsü, mütedeyyinidir. Yüksek sesleri keser, gama kedere karşı uyuşturucu etkisi yapan bir antidepresan olarak kullanılır, eczanede değil, meclislerde, kürsülerde, kuru kalabalıklara sevabına fırlatılır.
Depremin kaderle bağlantısı ancak ve ancak jeoloji tarihini, yer hareketini ve yüklendiği enerjinin dört işlemi ve Tanrı'nın kendi mülkünü yaparken koyduğu kural ve oluş süreçleri değil midir? İlla kaderle bir bağlantı kurulacak ise, bu öleceğini bilen insanın ne zaman öleceğini bilmemesi gibi düşünülebilir. Sadece deprem değil, evrendeki her hesabın bir görünür, birde hala çözülemeyen kısımları mevcuttur. Bilim ve teknoloji, bunu ilerletmeye, öngörüde bulunmaya çabalar. Ama insan, ilk çağlarda olduğu gibi korktuğu bilmediği her bilinmezlikten, kuru kuruya manevi dayanak noktaları yaratmıştır ve kaygısını dindirmek için, kendi elleriyle kavramlar, inançlar türetmiştir. Bu yapaylık dışında, insan vicdanı ve aklın ortak mutabakatı olan yaşam deneyimi ve salt gerçekçiliğe çağrı, kaotik ortamlarda denge unsuru olarak düzenin ve dosdoğru hayatın habercisi olmuştur.
96 milyar ışık yılı genişliğindeki gözlemlenebilir evrende hiçbir varlık kötü değildir, insan dışında...Biz insanların yaptıkları ve yapmadıklarından ötürü, yine biz insanlar kahrolmaktayız...Kendimizi, kendimizden sakınmamız ümidiyle....