Gözlerimi açtığımda her yer karanlıktı. İnce bir örtünün içindeydim, nefes alamıyordum. Üzerimdekinden kurtulmaya çalıştım fakat birkaç yerden düğümlü olduğundan üzerimde beni ana rahmindeki gibi saran zardan kurtulamıyordum. Filmlerde gördüğüm kadarıyla böyle bir durumda enerjimi ve oksijeni boşa harcamamam gerekirdi. Önce üzerimdeki zarı deldim, zarı deldiğimde kurtulacağımı sanırken üzerimdeki eğik dizilmiş tahtaları gördüm. Çırpındıkça ve tahtaları tekmeledikçe aralarında toprak akmaya başladı. Çok zor oldu o çukurdan çıkmak. Çukurdan çıktığımda çıktığım çukurun bir mezar olduğunu fark ettim, burası da zaten binlerce mezarın bulunduğu bir mezarlıktı; bu yüzden çıktığım çukurun mezarlık olduğunu fark etmem zor değildi. Dedemi ve babaannemi ziyaret ettiğim mezarlıktı burası, zaten benim çıktığım mezarın yanındaki sıralanmış iki mezar da onların mezarlarıydı. Çıktığım mezarın baş tahtasında ismim yazıyordu, yazan tarihe göre geçen sene ölmüşüm. Nasıl ölürüm, ayaktayım işte, dedim kendi kendime. İnsan ayakta durur da öldü sayılır mı hiç? 


Ölmeden önce ailemle yaşıyordum, bir iş de elimden gelmezdi. Ölmeden önce dediğime bakmayın; insanlar beni öldü kabul etmeden öncesinden bahsediyorum. Yoksa ölü bir insan düşünebilir ve yürüyebilir mi? İşte ben ölü olsam düşünebilir miydim, birazdan yürüyerek eve gidebilir miydim? Gidemezdim.


Üşüyordum. Üstümde sanki giysi yokmuş gibi rüzgâr kemiklerime işliyordu. Üstüme baktığımda gerçekten de üzerimde bir şey olmadığını gördüm. Çırılçıplaktım. Yırtıp içinden çıktığım zarı aldım, bacak ve kol yerlerini yırtıp üstüme geçirdim. Yırtık yerleriniyse düğümledim. Annemi ve babamı görüp durumu anlatmalıydım onlara. Eve gitmeli, sıcak bir duş almalıydım; çıktığımdaysa annemin pişirdiği yemekleri yemeli ve biraz uyumalıydım. Çok yorulmuştum çukurdan çıkarken. Dedeme ve babaanneme dua edip mezarlıktan çıktım. Eve doğru yürümeye başladım. Şahsen ben yolda benim gibi giyinmiş bir insanı görsem şaşırmış gözlerle bakardım fakat yanımdan geçip giden insanlar beni görmeyi bırakın, fark etmiyorlardı bile. Eve vardım, kapıyı çaldım. Açan annemdi, beni görmedi. Ayağını kapı eşiğinden ileri bir adım attı, sağ sola baktı. Buradayım anne dedim, kapıyı üzerime kapattı. Şaşırdım, şaşırmaktan daha çok üzüldüm. Bir daha çaldım kapıyı annem tekrar açtı. Bu sefer annem kapıyı kapatmadan hemen içeriye daldım. Babam oturuyordu koltukta, merhaba baba dedim, cevap vermedi. Cevap vermemesi beni üzmedi ama sanki hiç orada yokmuşum gibi davranması kalbimi incitti. Gidip oturdum koltuğa, annem içeriye girdi. Gözlerinin altı çökmüş, yüzü kırışmış ve üzerine hasret yorgunluğu tünemiş. Bir insan bir senede bu kadar yaşlanıp çökebilir mi? Babam ayağa kalktı, gözlerimi ondan ayırmıyordum. Yanlışlıkla bile gözlerini bana çevirmedi. Hüzünlü, ağlamaklı olan montunu üzerine geçirdi. “Ben gidiyorum hanım,” dedi “çocuğu ziyaret edeceğim.”

Ben buradayım baba, dedim. Bakmadı, çıktı gitti. 


Babam gitti, ben bittim. Ev bir mezarlık oldu; oturduğum koltuksa yarım saat önce çıktığım çukurdan daha çok derinleşti. Koltuk beni içine çekiyordu. Bir hışımla kalktım, gidiyorum ben anne dedim. “Güle güle,” dedi, duyuyordu beni, sevinçle anneme döndüm, "Anne, duyabiliyor musun beni!?" dedim. Hiç ses çıkartmadı, ağladı. Yanına gittim, gözyaşlarını silmeye çalıştım. Sildiğim yerde yaş olduğu gibi duruyordu, silemiyordum. Annemin ağlamasını görmekten çok, onu teselli edememem beni kahretti. Dünyadaki bütün hüzün bulutları, hüzün damlalarını dökmek için onun gözünün önüne konuşlanmıştı. Elden bir şey gelmeyiş insanı öldürür, ölü bir insanı bile öldürür. Dışarıya çıktım, en yakın arkadaşlarımın yanına gitmeliydim. Onlar benim dostumdu, ailemden saydığım insanlardı. Onlar beni duyardı, onlar beni kabul ederdi. Hepsinin evlerine gittim, hiçbiri evde yoktu. Her zaman takıldığımız kafeye gittim. Kafenin balkonu görüş alanıma girdiğinde dostlarımın orada oturduğunu gördüm. Sevindim ve umutlandım. Kafeye yaklaşınca bağırdım onlara, dönüp bakmadı hiçbiri. Gülerek yanlarına gittim, merhaba dedim, hiçbiri dönüp bakmadı. Sandalye çekip oturdum yanlarına, bakmadı hiçbiri dönüp. Oracıkta kaldım, o anda kaldım, o salisede kaldım. Güldüm. Çaresizlikten güldüm. Bilir misiniz, hani bir arkadaş ortamında biri hiç sevilmez, aptal yerine koyulur? O konuşunca kimse dinlemez, o kişi tam ortada, oturduğu koltukta küçüldükçe küçülür, safça bir tebessüm olur suratında. İşte ben hiç o kişi olmamıştım bu güne kadar. Şimdiyse gülüp eğleniyor, beni görmezden geliyorlardı. Kalkıp masayı kaldırıp fırlatmayı denedim, gücüm yetmedi. Dokunuşları hissetmiyordum, sözlerse bir kılıç gibi kesiyordu kalbimi. Sadece bir histen ibarettim. Kalktım, kafeden çıkarken her adımımda dönüp dostlarıma baktım, “Şaka yaptık seni görmemezlikten gelerek, gel yanımıza seni çok özledik.” demelerini ya da buna benzer herhangi bir şey demelerini bekledim. 


Son bir umudum kalmıştı birinde, onu almaya gitmeliydim. Son umuduma giderken ayaklarım hiç olmadığı kadar yorgundu, ayaklarım birbirine dolanıyordu. Ben o çukura girmeden önce “Sen ölürsen ben de ölürüm, sen olmazsan ben de olmam.” diyen o kişinin yanına gidiyordum. Gidiyordum, kokuyordum. Ya o da ben çukura girince kendine bir çukur açıp girdiyse diye çok korktum. Birbirine dolanan adımlarımla koştum, düştüm; kalktım. Onun evine vardım. İşte çukurdan çıktıktan sonra ilk defa kalbimi orada hissettim. Çukura girmeden önce de kalbimin attığını hep onun yanında hissederdim. Kapısının önüne geldim. Kapısını çalmaya elim gitmiyordu, bütün bedenim uyumuştu sanki. Yığılıp kaldım kapının önünde. Bir zaman sonra ayak sesi duydum yolun başından, ayaklarını yere basış ritminden tanıdım onu. Bahçe kapısından içeriye girdi, yanında bir adam vardı. Adamı daha önce tanıyor muydum, sanmam. Seslenmeye çalıştım, sesim çıkmadı. Bağırmaya çalıştım, olmadı. Yürüdüler üstüme doğru, beni görmediler. Tam üzerimde durdular, üstüme basıyorlardı ama fark etmiyorlardı beni. Tam üzerimde öpüştüler. Onların üzerimdeki bedenlerinden daha ağırdı bu, onları öpüşürken gördüğümde yaşadığım his. Görüşürüz sevgilim dediler birbirlerine üzerime ayaklarını sildiler. Beni çiğnediler. Öylece arkasından bakakaldım. Evine girdi. O evine girdi, ben ayağa kalktım.


Kendi isteğimle yürüdüm çukuruma. Bastıkları için üzerime, beyaz olan giysim ayak izlerine bulandı. Bembeyaz giysi, siyaha yanaştı. Yürüdüm, yürüdüm ve yürüdüm. Sanmayın onlara kızdım. Aradan bir sene geçmiş, onlar beni neden hâlâ hatırlasınlar ki? Neden benim için üzülsünler, tabii ki hayatlarına geri döneceklerdi. Ama yine de üzerime basıp geçmemeleri gerekirdi. Evimin oradan geçerken camda annem vardı, bana baktı, “Gelme bir daha oğlum, canını yakıyorlar” dedi. Hiçbir şey demedim, belki de diyemedim. Birkaç saniye gözlerine baktım, sessizce, sedasızca yoluma devam ettim. Çukurumun başında biri vardı, uzaktan tanıyamadım, yaşlı bir adamdı. Yanına gittiğimde babam olduğunu gördüm. Bana baktı, gözlerimin ta içine, gözlerimin ötesine ruhuma bakıyordu. Kafasıyla yavaşta çukuru göstererek, “gir oğlum” dedi. Çukura girdim, babam küreği eline aldı. “oğlum her gün mezarından çıkıp gelme, çok yaşlandım artık seni gömmekte zorluk çekiyorum. Geleceksen de senede bir defa gel, annen dayanamıyor artık, kadıncağız seni her gördüğünde ağlamaktan bitap düşüyor. Sana dokunamamak onu kahrediyor. Her gün gelmek seni de üzüyor. Yakında annenle ben de geleceğiz yanına biraz sabret,” dedi. Ben her gün geliyor muyum baba, dedim. Konuşamadı, gözyaşları içindeki gözünü kapattı, dediklerimi onaylar biçimde kafasını salladı. Beni uyandıran nedir baba, dedim. “Bilmiyorum oğlum.” dedi, fısıltıyla. Gözlerimi yumdum. Babam üzerimdeki giysiyi temiziyle değiştirerek beni bir bebek kundaklar gibi sarıp sarmaladı, tahtaları yerleştirdi, sonra toprakla üzerimi örttü. 


Adımı çağıran bir ses duydum, gözlerimi açtığımda her yer karanlıktı. İnce bir örtünün içindeydim.