Nefesim daralıyor Hikmet Bey. Göğsümün üstünde gelmiş geçmiş cümle insanlığın yükünü taşıyorum sanki. Nefes alıyorum ama bu bir zorunluluk değil, bir ihtiyaç değil. Öylesine bir fiil sanki. Yaşamımın ortasına kurmuşum huzursuzluk sofrasını, bağdaş kurmuş oturmuşum tek başıma. İçi delik bir kaşıkla güzel olan her şeyden birer birer alıyorum. Yaşama dair tadım kaçıyor. 


Ruhumun girdapları beni yoruyor Hikmet Bey. Oturup da kimseye şikayet edemiyorum. Tanrı'ya gidiyorum birkaç kelam için. Kimseye söyleme ama sanırım Tanrı'yla da aramız bozuk. Eskiden kulak verirdi sesime, biliyorum. Hissederdim. Bu aralar Tanrı dahil kimse sesimi duymak istemiyor. Ya da ben sesimi duysunlar istemiyorum da olan tüm gücümle suçu onlara atıyorum. Bilmiyorum.


Koca bir bilinmezlik çukuru bu Hikmet Bey. 


Attığım adımların sayısını, atmam gereken adımları, hislerimi, düşüncelerimi... Ben, beni bilmiyorum. 


Şöyle ağız tadıyla dinleneceğimiz bir yer olsa mesela. Orada dursak. Sadece dursak. Öyle bir durmuş olsak ki Hikmet Bey, alınmamış tüm nefesleri almış, görülmemiş tüm güzelliklere şahit olmuş, yaşanmamış tüm hayatları yaşamış olsak. 


Tanrı'ya sormalı, onun yanından başka bir yer var mıdır öyle sakin ve sessiz olan. Koca bir sessizliğin hüküm sürdüğü sesler ülkesi. 


Ben sanmıyorum. Keşke olsaymış Hikmet Bey.


Derin bir nefes alıyorum yine de. Yaşadığımı cümle aleme kanıtlarcasına içli bir nefes. Birazdan dışarı çıkarım, rüzgar tenimde dolaşır. Belki birkaç yağmur damlası hissederim. Ardından susa susa bağırırım, "İşte, yaşıyorum." diye. Kan, damarlarımda aykırı güçlerle akarken bu konuşmayı bir daha düşünürüm. Sonra efendi efendi göğsümdeki ağırlıkla yaşamaya devam ederim.


Tüm dert yanmalarımızın sonu gibi hoş değil mi Hikmet Bey?