Şehrin uzaklarına, sınırlarına ve arkalarına inşa edilmiş kenar mahallelerinden birinde yürüyorduk. Serin bir rüzgârın esintisiyle yollara düşmüştük. Hatıralarım gece yarısına doğru ıssızlaşan sokaklarda iz bırakmadan yürüse de ensemizde hissettiğimiz "günün yorgunluğunun" bir dört yol ağzında bizi sıkıştıracağını hissediyordum. Hislerimin güçsüzlüğü, dalgalı düşüncelerin arasında can çekişirken, ben de yorulan her insan gibi sıkıştığım yerden kurtulmak, içimde büyüyen yorgunluğu unutmak, sade bir mutluluk içinde yaşamak istiyordum. O, başını önüne eğmiş, sanki başka bir yaşamın izlerini şuursuzca arıyormuş gibi paytak adımlarla yürüyordu. Gözlerim onu seyrederken papaz çeşmesi sokağına ilişiyor. o, dümeni oraya kırarken ben istemsiz onu takip ediyorum. Yarı karanlık bir dört yol ağzında bizi karşılayan köpeklerin arasına dalıyoruz bir anda. O, elindeki siyah poşette sanki arayışımızın hazinesini taşıyormuş gibi davranırken; ben, her zaman insanlardan daha aşağıda olduğu düşünülen, zihinlere öyle yerleşmiş köpeklerin mutlu hallerini okşuyorum. O, okşamaların gün gibi uzanmış hali içinde, avuçlarında tükenmek üzere olan bir sabırsızlıkla omzuma dokunuyor. Sabırsız yüzüne bakıyorum, sararmış dişleri, yarılmış dudaklarının arasından belirirken dilinin ucundan bir cümle düşüyor yola:


"Hadi, az kaldı."


Doğrulup bir kez daha onun gölgesi ardına düşüyorum. Sokağın karanlığına doğru ilerlerken köpekler bize eşlik ediyor heyecanla. Az sonra böğürtlen çalılarının özenle kapattığı gizli bir geçidin önüne geliyoruz. O, etrafında aradığı nesnenin suretini ararken; ben “Hadi, az kaldı.” cümlesinin bu kadar erken gerçekleşmesine şaşırıyorum. Geçide giden ufak patikayı yerden aldığı bir sopayla aralıyor. "Demek aradığı buymuş diyorum," hedefsiz. Patika yavaş yavaş kendini belli ederken birkaç köpek korkuyla bizden uzaklaşıyor. Bizden uzaklaşan köpeklere aldırış etmeden elinde tuttuğu sopayı, dikkatlice bir köşeye gizliyor. "Demek bu yüzden bu kadar aradı," diyorum gülerek. Hemen ardından daha önce unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi:


"Sarışın bir çocukmuş," diyor.


Arkamda şekillenen tırnak sesleri arasından korkuyla kaçan köpeklere bakarken sarışın çocukları düşünüyorum. Parlak mavi gözleri olan, yüzünde en derin umutların cesurca büyüdüğü, her rüzgara ayak uyduran incecik saç telleri olan sarışın çocukları. Yıpranmış iskarpinlerinin altında ezilen kurumuş toprağın cılız sesi, düşüncelerime şırıl şırıl akan çocukları sağa sola kaçırıyor. Onlar neşeyle kaçarken; ben, onun kurumuş haşhaş tarlasındaki adımlarını takip etmeye başlıyorum. Aramızdaki mesafeye, çocukların kahkahaları, ısırgan otları, vahşi sarmaşıklar girmeden onu yakalıyorum. Beni yanında görünce adımlarını hızlandırıyor.

İleride beliren söğüt ağacını görünce:


"Yaşlı bir ceviz ağacından düşmüş," diyor.


Biraz önce düşüncelerimin içinde sağa sola kaçan çocuklarının kahkahaları hüzne dönüşüyor. Yüzlerinde korku ve endişe belirirken, ben sırtımı az önce önümüzde beliren söğüt ağacına yaslıyorum. Düz bir taşın serinliğine oturup, gecenin karanlığında beliren yıldızların semahını izliyorum. O, bende önce buraya gelip oturmuş. Yüzündeki çirkin gülümsemeyle birlikte elinde tuttuğu hazinesini ortamımıza özenle koymuş. İnce bardakları rakıyla doldurup, beni beklemişti. Bekleyişi uzayınca sabırsızlıkla kadehleri doldurmuş ve birini bana uzatmış. Bunu fark edince önümde sallanan kadehi alıyorum ve aldığım kadehi gökyüzüne kaldırıp bir dikişte içiyorum. Artık gidecek bir yeri olmayan boş kadehi oturduğum düz taşın hemen önüne, toprağın kuruluğuna bırakıyorum.


Boş kadehi bıraktığım yerden tarifi zor bir yorgunluk bacaklarıma tırmanıyor. Yorgunluğun ağır ilerleyişi arasından onun çatlamış sesini duyuyorum:


"Sonra hastaneye kaldırmışlar çocuğu." diyor.


Yüzlerine yerleşen korku ve endişenin yerini tatlı bir rahatlama alan çocuklar yeniden hareketleniyorlar. Onlar yeniden hareketlenince ben karıncalanmaya başlayan bacaklarımı karanlığa doğru uzatıyorum. Söğüt ağacının toprağa değen dalları arasında serin bir rüzgar hırkamın iliklenmemiş tarafından içime doluyor. O, sahip olduğu hazineyi hatırlayıp, kadehleri yeniden doldurup bana uzatıyor. Hırkamın açık yakalarını birleştirip bana uzatılan kadehi alıp içiyorum. İçime biriken serin yorgunluk yavaşça gözlerime oturuyor. Ağırlaşan gözlerimi kapatıyorum, açıyorum. Gözlerim açılınca kendimi gün ortasında koşuşturan çocukların kahkahaları arasında buluyorum. Benden biraz uzakta ceviz ağacının etrafında toplanmış, çember oluşturmuşlar. Kızların ve erkeklerin oluşturduğu bu şamatacı topluluğa doğru yürüyorum. Yeterince yaklaşınca, durup onları izliyorum. Saçlarının sarısı rüzgarda dalgalanan bir çocuk ceviz ağacına tırmanmaya başlıyordu. Ceviz ağacına tırmanmak zor olsa da yavaşça kendini yukarı çekiyordu. Onun bu azmini gören diğer çocuklar onu sonsuz bir coşkuyla yüreklendirmeye çalışıyorlardı. Her yükselişinde tezahüratlar coşkuyla çoğalıyor, vücudunda beliren her bir güçsüzlük emaresi giderek kayboluyordu. Çok geçmeden sarı saçları rüzgarda dalgalanan çocuk başının ucunda beliren ince dalı artık titremeye başlayan eliyle tutuyor. Ceviz ağacını sıkıca kavrayan bacakları biraz gevşiyor, ciğerleri biraz soluklanıyor. Aşağıda coşkuyla bekleyen çocuklara bakıyor. Son bir çabaymış gibi diğer boştaki elini de önündeki dala koyuyor. Bacaklarını gövdeden çekmeden önce hesabını yapıyor, yapacağı hamlede karar kılınca, göğsünü ince dalın üstüne koyuyor. Yavaşça kendini yukarı çekerek bir ayağını dala yerleştiriyor ve yavaşça doğruluyor. O, doğrulunca aşağıdan alkışlar yükseliyor. Sarışın çocuk gururlu bir komutan gibi aşağıdakilere bakıyor, onları yorgunluğunu gizleyerek selamlıyor. Onun bu başarısını görenler ceviz ağacına doğru koşuyor, coşku arttıkça sarışın çocuk ince dalın üzerinde var gücüyle sıçramayı başlıyor. O, sıçradıkça ince dal çatırdamaya başlıyor. Dalın çatırdaması coşkulu nidaların bir koluymuş gibi havada kayboluyor. İnce dalın birazdan kırılacağını benden başka duyan olmuyor. Ona doğru koşmaya hazırlanırken dal bir anda kırılıyor, sarı saçları rüzgarda dalgalanan çocuk, boşlukta yüzer gibi ağır ağır düşmeye başlıyor. Sarışın çocuk düşerken etrafa yayılan coşku ve heyecanın yerini yeniden bir korku alıyor. Yere düştüğünde mavi gözlerindeki parlaklık köyü, durgun bir renge bürünüyor. Bacaklarımı hareketsiz bırakan korkudan kurtulup, yere düşen çocuğun yanına koşuyorum. Sol kaşının üzerinden elmacık kemiklerini doğru ilerleyen ince bir yarığın içine kan dolarken, gözlerime bakıyor. Sağ eliyle omzuma dokunup:


"Sakın üzülme, derviş." diyor.


Sağ eliyle omzumu sıkıp:


"Daldın yine," diyor.


Çirkin yüzünün ortasında beliren sarı dişlerini görünce:


"Yorgunum," diyorum. " Yorgun."


Elinde tuttuğu kadehi bana uzatıp:

"İyi gelir," diyor.

Kadehi alıp, hepsini içiyorum. Sarı bir ay söğüt ağacının dalları arasından doğarken ona bakarak ağzımı oynatıyorum:


"Şu çocuk vardı ya hani, sarışın olan?"


"Evet?"


"Sonra ne olmuş? Yani düştükten sonra?"


"İki ay komada kalmış, iki ayın sonunda komadan çıkmış. Komadan çıkmış ama çocukta bir tuhaflık varmış."


"Nasıl bir tuhaflık varmış?"


"Çocuk kendine geldikten sonra sürekli annesine: 'Dervişe ne oldu?' diye soruyormuş, her sorduğunda, her yanıt alamadığında da ağlamaya başlıyormuş. Çocuğa ne olduğunu, neden bunu sayıkladığını kimse anlamamış bir türlü anlayamamış."


Ortamızda duran rakı şişesini alıp, boş kadehleri dolduruyorum. Hırkama iyice sarılarak gökyüzüne bakıyorum. Sarışın bir çocuğun içini yakan bütün o koru, bütün o acı ateşi düşünüyorum. Öfkeyle kadehi alıp, hepsini içiyorum. Gözlerimi öfkeyle kapatıp bir süre kendimi sıkarak bekliyorum. Ufak bir cızırtı duyunca gözlerimi aralıyorum. Hastane odasının loş ışığı altında uyuyan çocuğun mırıltıları, cihazların sesine karışırken bir kadın ağlayarak içeri giriyor. Kadının ardından genç bir doktor elinde sıkıca tuttuğu bir takım tetkikleri inceleyerek yatağın baş ucuna geliyor. Dosyayı kapatıp ağlayan kadına bir şeyler söylüyor ve hiç odada bulunmamış gibi odayı hızlı adımlarla terk ediyor. Yalnız kalan kadın, uyuyan çocuğa aldırmadan gürültüyle ağlamaya devam ediyor. Ansızın sarı saçları artık uzamış çocuk gözlerini aralıyor, annesinin hıçkırıkları arasından koyu mavi gözleriyle bana bakıp gülümsüyor. Gülümseyerek:


"Derviş," diyor.


Yanına gidip baş ucuna oturuyorum. Sağ elini kaldırıp omzuma koyuyor. Gülümsemesini bitirmeden omzumu sıkarak:


"Biliyorum," diyor.


Sağ eliyle omzumu tutup sıkıca sarsıyor. Gözlerimi açınca kemerli burunun, hırıltıyla genişlediğini görüyorum. Yerine otururken çirkin yüzünün sol tarafını kaplayan yara iziyle bana gülümsüyor ve:


"Gittin yine," diyor.


Ay yavaş yavaş beyaz rengini alırken, duyulur duyulmaz bir sesle:


"Sonra," diyorum.


Gözlerini yerden kaldırmadan:


"Akıl hastanesine kapatmışlar," diyor.


Sonra, nasırlı parmaklarıyla yerde duran kadehi işaret ediyor. Kadehi işaret ettiği yerden alıp bir yudum içiyorum. Ansızın bizimle gelen köpekler havlayıp huzursuzluklarını eyleme dökmeye başlıyorlar. Oturdukları yerden kalkıp, haşhaş tarlasının karanlığına doğru koşuyorlar. Ben de onlarla birlikte kalkıp, haşhaş tarlasına doğru yürüyorum sallanarak. Benim yürümemle birlikte kalın bir sis tabakası Haşhaş tarlasının bir ucundan hızla etrafa yayılmaya başlıyor. Çok geçmeden kendimi ağır bir sisin içinde buluyorum. Arkama bakıyorum, az önce oturduğum söğüt ağacı ağır sisin altında kaybolmuş, görüş mesafesi her geçen saniyeyle birlikte düşmüş. Korkuyla etrafıma kulak kabartıyorum. İskarpinlerin ezdiği çakıl taşları sis içinde çınlarken, bir ışığın bana doğru geldiğini görüyorum. Korkuyla duraksıyorum. Işık, kararlılıkla bana doğru mistik bir hava içinde yaklaşırken, kalın sis tabakası incelemeye, görüş alanım büyümeye başlıyor. İskarpinlerin altında ezilen çakıl taşları artık kulağıma daha canlı gelmeye, köpekler daha da uysal davranmaya başlıyorlar. Uysallaşan köpeklerden biri burnuyla bacağıma dokunmaya başlıyor. .Bacaklarımın arasında debelenen köpeğe bakıyorum, dilini çıkarıp arka ayaklarının üzerine oturuyor. Oturduktan sonra kendi sağına bakıp havlıyor. O an ben de köpeğin havladığı yöne bakıyorum, kendi boyunun iki katı uzunluğunda bir asa tutan sarışın bir çocuk sisleri yararak haşhaş tarlası üzerinde kayıyor. Asasının ucuna asılı fener, sarı saçlarına vururken, mavi gözlerinin ışıltısıyla bana gülümsüyor. Ben şaşkınla titrerken sanıyorum ki pirim bana gül uzatıyor. İçime işleyen tatlı bir huzurla ona doğru hızla yürüyorum. Yanına varınca:


"Gidelim mi, derviş?" diyor.


Başımı aşağı yukarı oynatıp:


"Gidelim," diyorum.


Ucunda sarı bir fener asılı asasını bana verip boşta kalan eliyle boştaki elimi sıkıca tutuyor. bu anla birlikte yürümeye başlıyoruz. Biz yürürken adımlarımızın etrafındaki sis yavaşça dağılmaya başlıyor. Dağılan sisin ardından gökyüzüne doğru yükselen kar bulutları yükselmeye başlıyor. O, gülünce gökyüzünden karın ince taneleri üzerimize yağmaya başlıyor. Yağan karla birlikte adımlarımız sıklaşıyor. Kah çalıların gizlediği patikalar da yürüyoruz, kah dağ yollarının dar geçitlerinden geçiyoruz. Kurumuş tarlaları ardımızda bırakıp yorgunluğumuzla birlikte ilk defa oturmayı göze almışken, ardımızda aylar bırakmış oluyoruz. Gün batımına doğru düz serin bir kayanın üzerine oturuyoruz. Oturur oturmaz üşüdüğünü görünce derviş cübbemi çıkarıp omuzlarından aşağı bırakıyorum. Derviş cübbem yere değince karlar erime, ağaçların yüreğinde bahar canlanmaya başlıyor. Tatlı bir rahatlama, tatlı bir gevşeklik içinde dinlenirken geceye doğru oturduğumuz yerden kalkıp yeniden yollara düşüyoruz. Karanlıklar içinden geçerken asama asılı fener bize rehber ediyor. Aylar sonra sanki ben sormuşum gibi:


"Az kaldı, derviş," diyor.


Sessizce başımı sallıyorum. Ben başımı sallarken O, ansızın elimi bırakıp koşmaya başlıyor. Bir kayanın yanına gelince durup bana bakıyor, küçük elinin işaret parmağıyla karanlığın uzaklarında parıldayan bir noktayı göstererek:


"İşte orası," diyor.


Kayaların arasında gizlenmiş patikadan aşağı inip diz bir arazide, saatlerce, haftalarca yürüyoruz. Biz yürüdükçe karanlığın içinde beliren ışıltı giderek büyüyor. Çok geçmeden parıltının yerini, bacalar, ışıklı pencereler, küme küme evler alıyor. Köye yaklaştıkça adımlarımızı hızlandırıyoruz. Köyün girişine geldiğimizde, sarı saçları rüzgarda dalgalanan çocuk, yüzünün sol tarafındaki yarayı gizleme gereği duymadan, köyün girişinde bekleyen topluluğa doğru koşuyor. ve kalabalığın içinde kayboluyor. Kasketli bir adam kalabalık arasından kopup koşarak yanıma geliyor. Gözlerindeki hasretle boştaki elimi tutup:


"Hoş geldin, derviş, seni bekliyorduk," diyor.


Elimden tutup beni kalabalığın önüne götürüyor. Önümüzdeki kalabalığı yarıp köy meydanına doğru peşinden sürüklüyor Kalabalık ardımızdan neşeyle takibe başlıyor. Meydana ulaştığımızda önceden hazırlanmış sofranın başına beni oturtuyor. Benim ardımdan köyün yaşlıları, köyün yaşlıları ardından orta yaşlıları, orta yaşlıların ardından gençleri, gençlerin ardından köyün çocukları sofraya oturuyorlar. Herkes oturunca yemekler geliyor, yemekler gidiyor. Rakı kadehleri art arda doluyor, boşalıyor. Bir süre sonra köyün yaşlıları gözlerini bana dikerek hep bir ağızdan:


"Nedir bu yaşamak, derviş?" diyorlar.


"Yaşamak: dengedir." diyorum kendimi tartmadan.


Durup, düşünüyorlar, hemen sonra kalkıp gidiyorlar. Onların gidişiyle boşalan sandalyelere genç aşıklar gelip hüzünle, heyecanla oturuyorlar. Yüzleri kızarana kadar bekleyip hüzün ve heyecan karışımı bir duyguyla:


"Sevgi nedir, derviş?" diye soruyorlar. "


"Sevgi: vazgeçmeyi bildiğinden, canını yakmayandır. "diyorum kederle.


Genç aşıkların sessizliğini fırsat bilerek yanıma gelen Muhtar sağ omzuma dokunup:


"Çocuklar senden masal beklerler, derviş. "diyor.


Muhtara bakmadan başımı aşağı yukarı onaylar gibi oynatıyorum. Genç aşıkların yerini meraklı gözleriyle çocuklar çoktan almışlar. Her birinin yüzüne tek tek bakıyorum. Yüzümde oluşan tebessümle onlara yüce dağın masalını anlatmaya başlıyorum.

" Bir zamlar binbir güçlükle yüce dağın eteklerine varmış insanların, yine binbir zorlukla inşa ettiği bir köy varmış. Bu köyde yaşayan insanlar keder bilmez, mutluluğun esrarlı güzelliği içinde yasarlarmış. Bu mutluluğun sahibinin "Yüce Dağ" olduğunu bilip, "Yüce Dağa" saygılarını sunmayı ihmal etmezlermiş. Öyle ki, köy halkı mutlulukları kat kat artsın diye, "Yüce Dağı" hoşnut etmek için her şeyi yapacak duruma gelmişler. Bu fikir doğrultusunda düşünmüşler, düşünmüşler böylece düşünürken bir gün bir karar vermişler." Belirli bir erişkinliğe ulaşan çocukların içinden en yetenekli, en cesur çocuğu seçip, "Yüce Dağa" hizmet etmesi için köyden yollarlarmış. "Yüce Dağa" ulaşan seçilmiş çocuklar, çabucak "Yüce Dağa" hizmete başlarlarmış. Bir sonraki hizmetkar gelene kadar "Yüce Dağın" içindeki mağaralarda yaşarmış. Görevi bitinceye kadar sadakatini koruyup, kendini evcilleştirirmiş ve en sonunda "Yüce Dağın" izniyle son görevi için yeniden köyüne dönermiş."


anlattığım masalın içinden sağ omzuma dokunan Muhtarın sarmasıyla ayrılıyorum.


Gözlerindeki ışıltıyla gözlerime bakarak:


"Vakit geldi, derviş." diyor.


Ayağa kalkıyorum. Asamı elime alıp Muhtarla birlikte boşalmış köy meydanında yürüyorum. Köyün arkalarına varınca Muhtar:


"Daha ötesine geçemem, derviş," diyor.


Onu anlıyormuşum gibi başımı aşağı yukarı oynatıp, asamın ucundaki fenerin aydınlattığı patikada tek başıma yürümeye başlıyorum. Böğürtlen çalılarını geçiyorum, ısırgan otlarını geçiyorum, yabani sarmaşıkları aşıyorum. Haşhaş tarlalarında yürüyorum, kayaların arasından, dağ yollarından geçiyorum, düz bir ovaya çıkana kadar saatlerce haftalarca yürüyorum. Adımlarım ovanın ortasına varınca birden bire duruyorlar. Bembeyaz bir Ay'ın aydınlattığı bir alanda asamı üç kere yere vuruyorum. Yer kendi içine çökerek bir çukur oluşturuyor. Asamın ucundaki feneri alıp yere, yanıma bırakıyorum. Önce heybemi boynumdan aşırıp çıkarıyorum. Sonra, sarığımı çıkarıyorum, cübbemi çıkarıyorum, hırkamı çıkarıyorum. üzerimden çıkardım kıyafetleri önümdeki çukura bırakıyorum. Feneri bıraktığım yerden alıp çukurun içine hızla atıyorum. Atmamla birlikte alevler çukuru hızla sarmaya başlıyorlar. Asamı yerden alıp, avuçlarımın arasında sıkıca tutarak yerden aldığım destekle alevlerin sardığı çukura girmeye başlıyorum. Bacaklarımdan başlayan bir alev sarmalı yukarıya doğru tırmanırken ağaçların yapraklarından kopup gelen serin bir rüzgarla küllerim gökyüzüne doğru havalanmaya başlıyor. Küllerin ardından, sonsuz bir hüzün içinde sarışın bir çocuğun bana doğru koştuğunu, adımı haykırdığını, haykırışlarının beni sarstığını kavrıyorum.


Omzumdan tutarak beni sarstığında gözlerimi aralıyorum. Bembeyaz bir Ay, kurumuş haşhaş tarlasını hala aydınlatıyordu. Elimde tuttuğum kadehten bir yudum aldım, altığım yudumun serinliği içime işledi. Karşımda oturan adama baktım yüzü solmuş, solgunluğuna rağmen canlıydı.

"Sonra ne olmuş?" dedim.


"Kimse bilmiyor," dedi.


Sağ elimle yüzümün sol tarafındaki yaraya dokunup:


"Demek kimse bilmiyor," dedim...