Devrimcinin Yabancılaşması ve Bunun Devrimi Mümkün Kılan Bir Husus Olması Üzerine


Devrimin ruhunu ve meşruluğunu benimsemiş kişinin salt eylemlerine bakmak, bize onun sadece basitçe çabasını gösterir. Ama devrimcinin kendisine mesele ettiği şeyler karşısında nasıl bir varlık minvalinde olduğu kısmına bakışımızı çevirirsek kolaylıkla fark ederiz ki devrimci, bir devrimi başarıya ulaştırma çabası içindeyken aynı zamanda kendi içinde varoluşsal bir çaba içindedir. Bu onu yeni dünyanın (devrimle inşa edilecek olan dünyaya yeni dünya diyoruz) ve eski dünyanın (devrimin yıkacağı ve sorgulama karşısında mahkemeye çıkan mevcut dünya düzenini kastediyoruz bununla) tam ortasında tutan bir varoluş sorunsalıdır. Çünkü bu arada kalmışlık insanı hiçselliğe sürükler. Çünkü varolmuş-olmak aslında belirlenmiş olmaktır, belli bir niteliğe sahip olmuş olmaktır. Her şeyden yalıtılmış hiçbir özsel özelliğe sahip olmamış varlık hakkında hiçbir şey söylenemez çünkü ortada onun varlığı henüz söz konusu bile değildir (bu son bahsettiğimiz kısım aslında çok daha bağımsız ve mühim bir konudur ve derindir fakat bizim için bu kadarını akılda tutmak yeterli olacaktır diye umuyorum).


Devrimci, kendi arada kalmışlığında işte tam da böyle bir varoluş tarzı içerisindedir. O mevcut dünya düzeninden "uzak" kalmıştır. Artık ona varolan her şey -sadece eşyalar değil, tabular, ahlak, düşünce, ekonomik düzen gibi toplumsal her faktör söz konusu burada- yabancı gelmektedir. Bu, yani onun belli bir düzen içerisinde bulunan mevcut sisteme yabancı kalması, devrimcinin bizzat kendine karşı bir yabancılaşma içinde olmasıyla ilişkilidir. Kendine olan bu yabancılaşma, kişiyi bir sorgulayış ve bundan dolayı da arayış içine sokar. Kişi kendinden şüphe ettikçe kendi varlığını arar ve eş zamanlı olarak toplumsal dünyadan da şüphe edilir ve toplumsal bir dünya arayışı içine girilir. Bunların eş zamanlı olarak gerçekleşmesinden daha doğal bir şey olamaz zaten, çünkü hiçbir birey kendi başına bir varlık değildir, o daima içinde bulunduğu toplumsal koşullar tarafından sınırlanır ve o sınırlarla belirlenerek var olunur. İşte tam da bu kendinden şüphe ederek dünyadaki mevcut düzenden şüphe ederek arayış içinde olma, devrimciliği mümkün kılan bir şeydir (kendi varlığından şüphe eden kendini arar derken kendini var etme çabası içine girer demeyi kastediyordum). Çünkü bu yabancılaşmadan doğan sorgulayış, varlıktan şüphe ediş, kendisine yeni var olma olanaklarını açacak olan kapıdır aslında. Bu, kısaca şu demektir: devrimcinin, yeni bir dünya düzenini nasıl var ederim, böyle bir şey mümkün müdür, şu anki mevcut düzen neden yıkılmalı, yeni dünya nasıl bir dünyadır, tüm bunlar nasıl olanaklıdır soruları sorma durumuna gelmesidir. İşte bu anda yeni bir dünya hayali içerisinde olduğumuz zamandır ve tüm bunlar da yabancılaşma sayesinde olanaklı olmaktadır. Peki bu nasıl mümkündür, yabancılaşma nasıl böyle bir şeyin koşulu olabilir?


Yabancılaşmayı şu şekilde tanımlıyorum: kendi-dışına-çıkmak. Peki bu ne demektir ve ele aldığımız konuda ne tür bir fonksiyona sahiptir? İnsan, yabancılaştığı an kendi dışına çıkmış, yani her şeyin belirli olup çoktan, yani kendinden bile önce tasarlanmış olan dünyanın dışına çıkmıştır. Bu sayede insan, içinde (tam anlamıyla olmasa da) soğrulduğu bu dünyayı adeta uzaktan gözler hâle gelmektir. Ona eleştirel bir gözle bakacak bir durumdadır artık. Devrimci olma konumu da tam bu kısımda cereyan etmektedir. O artık neyin değişmesi gerektiğini görmeye başlar, mevcut dünya içinde sürekli ortaya çıkan sorunların neyden kaynaklandığını düşünmek için bir zamana sahip olur, neyin yıkılması ve neyin inşa edilmesi gerektiğini kendine mesele edinir. Sonuç olarak olan şey şudur: devrimci, mevcut dünyanın her türlüsüne (o dönem içerisinde kabul edilen ahlâki tutumlara, dine, doğru kabul edilen fikirlere) yabancılaşmıştır ve tam da bu sayede ona karşı hem yıkıcı hem de yapıcı bir eleştirel gözle bakabilecek kıvamdadır.


Bu sebeplerdendir ki hiç kimse bir devrimci kadar toplumun bütünlüğünü kendi içinde barındıramaz ve onunla hesaplaşamaz. Bu yabancılaşma içinde yolunu bulmak zordur. Çünkü insan kamunun içinde kaybolmayı, kendi karakterini bulmaya tercih eder çünkü böylesi daha kolaydır. Tarık Buğra, Küçük Ağa romanını bu yüzden yazdı: Gelecekte ne olacağını tam olarak bilmedikleri bir dönemde yaşayan insanları.


Devrimin Salt Yıkım Olup Olmadığı Meselesi Üzerine


Alman İdealizmi felsefesi, tüm bilimsel devrimci düşüncenin temeli olmasının yanı sıra genel olarak devrimin tinini şüpheyle karşılamıştır. Örneğin Schelling, devrimi adeta sadece yıkıcı bir güç olmaktan ibaretmiş gibi düşünürler. Yani o devrimin sadece negatif tarafını görmüştür. Devrimciler bu yüzden sadece yıkımı, kaosu arzulayan, yapıcı olamayan, efendisiz olmaktan başka bir şey arzulamayan yığındır sadece. Ve onun/onların bu yıkıcılıktan ibaret oluşu aslında tarih için tehlikelidir çünkü tarihte bir sonraki adıma ilerlemek için bir şeyler inşa etmek, sentezi gerçekleştirmek gerekir oysaki devrim, sadece var olan yapıyı yıkmaya ayarlıdır.


Ben elbette bu düşüncelere katılmayacağım. Çünkü bir şeye negatif tarafından bakmak, o şeyin sadece negatif bir yönünün olduğu anlamına gelmez, olsa olsa böyle bir yanılgıyı doğurabilir ancak. Her şeyin sınırlı ve sonluluktan doğduğu bu dünya, birbiriyle zıt olanların ve daima çelişkiye düşenlerin bütünü olduğu bir dünyadır. Devrimi yukarıdaki şekilde düşünmek hem oldukça tek yanlı hem de oldukça soyuttur. Devrimde kendi içinde sınırlılığın üstesinden gelmeyi arzulayan bir şeydir. Devrimin bu arzusu ise onu harekete geçirebilecek tek şeydir. Çünkü devrim "kabına sığmaz". O, daha ileri ve daha özgür, zincirlerinden kısmen daha çok kurtulmuş bir dünya gördüğünde ve bu dünyaya geçiş yapmanın da hayal değil, adeta zorunlu bir gerçeklik olduğunu gördüğünde o artık yerinde saymak istemez. Bu, devrimin özünde diyalektik olmasından kaynaklanır. Devrimin diyalektiği, ilerlememenin, sentezi gerçekleştirmemenin, yerinde saymanın aslında gerilemenin eş anlamlısı olduğunu açığa çıkarır. Tam da bu kısım aslında yukarıdaki devrim eleştirisinin haksızlığını da gösterir. Çünkü devrimin diyalektik özü bize gösteriyor ki onun yıkma arzusu, mevcut dünya düzenini alt-üst etme isteği, yeni bir şey inşa arzu etmesinden doğuyor. Çünkü tarihte öyle aşamalar vardır ki artık içinde yaşadığımız dönemin geçici olması bir yana, artık bitmek zorunda olduğunu çok daha fazla hissetmeye başlarız. Ve tam bu zamanlar yeni bir dünyanın yaklaştığını bize yoğun bir şekilde hissettirir, on yıllar adeta bir güne sığar. İşte devrimin neliği böyle zamanlarda daha da belirgin hâle gelir. Onun kaosu, daha da olgunlaşmış bir düzen arzulamasından doğar, bu demektir ki devrim salt yıkıcılıktan oluşmaz, o yaratma ile ilişki içerisindedir. Yani devrim, hem yıkımı hem de yaratımı içinde taşıyan bir bütündür.


Burada dikkat etmemiz gereken bir şey var, bu arzu neyden kaynaklanmaktadır? Diğer çoğu şeyinde hareket ettiricisi olduğu gibi burada da esas olan temel şey ihtiyaçtır. Yeni bir dünyaya geçiş yapmak ya da mevcut dünya içerisinde yeni bir şey yapmak ancak ihtiyaç duymayla mümkündür. İhtiyaç her şeyi belirler ve ihtiyaç duyanları, duyulanın peşinde koşturur. Bu yüzden devrim zamanında salt yıkım veya bozuluşla karşılaşılmaz zannedildiği gibi. Devrimci halk, ihtiyaç duyduğu şeyi yaratmak için mevcut olanı yıkmak zorundadır sadece.


Devrim, Kavga, Savaş Zamanında İyi ve Kötü Gibi Soyut Değerlerin Yersizliği Üzerine


Soyut düşünmek ne demektir, somut düşünmek ne demektir? Tanım yerine örnekleyici açıklama yapmak daha yerinde olacaktır. Diyelim ki orta halli bir ailede yaşıyorsunuz ve bir seyahattan döndünüz. Geldiğiniz de gördünüz ki evinizin en önemli eşyaları çalınmış, kısacası "gaddar" bir hırsız tarafından soyulmuşsunuz. Siz henüz küçük yaşta olduğunuz için bu olayınız üzerinizdeki tesiri büyüktü ama siz afallamak yerine tesirin etkisiyle düşünmeye itildiniz ve şu soruyu sordunuz: "Bir insan niye böyle kötü bir şey yapar, ne diye bizi soydu hem biz ona ne yaptık ki?" Henüz çocuk olduğunuz için bu soruyu cevaplayamadığınızı ve daha olgun bir yaşta cevap bulduğunuzu varsayalım ve bu sürecin şu cevapla sonuçlandığını düşünelim: "O insan, yani hırsız, gaddardı. Onun gaddar olması ise sadece onunla alakalı bir şey değil, hatta tüm insanlıkta bu gaddarlık mevcuttur. Çünkü insan doğası gereği bencil, açgözlü, kötü bir varlıktır. İnsanın doğası gereği böyle olduğu içindir ki o hırsız bizi soydu." İşte bu tam anlamıyla soyut bir düşünme biçimidir ve bu sebeptendir ki aciz, sığ ve boş bir düşünme şeklidir. Çünkü burada hiçbir dayanağınız yok ve tamamen kısır bir döngü içindesiniz. Önce hiçbir temeli olmadan insanı "bencil" addediyorsunuz ve kendi kendinize koyduğunuz bu temel fikrin sonuçlarıyla debelenip duruyorsunuz, oysaki sonuç kısmında karşınıza çıkan şey zaten siz temele "bencillik doğası" koyar koymaz varsayılmıştı bile. Fakat sizin somut düşündüğünüz bir alternatifi hesaba katalım. Bu sefer hırsızın yaptığı eylemin nelerden kaynaklanacağını düşünürken reel dünyadan kopmayacaksınız ve daha bilimsel dayanaklarınız olacak. Diyeceksiniz ki: "Bir insanın kötülük yapması salt o insanın özelliklerinden kaynaklanmayabilir. Çünkü onu bu hataya itecek birçok koşul olabilir. Bunlar tarihsel, kültürel, sosyolojik, ekonomik birçok olguya da dayandırılabilir. O yüzden ben bu kişi kendi başına suçlu biri diye mahkum etmeden önce o kişinin bulunduğu topluma bakarak sosyolojik olguları göz önüne alabilir, yetiştiği yerdeki tarihsel-kültürel koşullara bakabilir ve onun ekonomik olarak gücüne bakabilir ve eğer ekonomik gücü yoksa neden onun fakirliğe mahkum edildiğini inceleyebilirim ve onun neden hırsız olmaya itildiğini iyice anlayabilirim." İşte bu sefer somut düşünmüş oldunuz. Doğrudan uydurma bir "doğa" düşüncesinden yola çıkmak yerine o hırsızın içinde bulunduğu koşullar tarafından nasıl belirlendiğine dikkat çekmiş oldunuz. Bu kısmı yeterince anlarsak eğer savaş/kavga anlarında iyi ve kötü değerlerinin neden yersiz ve önemsiz olduğunu da anlayabiliriz ve dünyaya pembe gözlüklerle bakmak yerine daha gerçekçi bir perspektife sahip olabiliriz.


Aynı şekilde tikel kavga/savaş/devrim zamanlarında da uygun olan bu ikinci bakış açısıdır. Bu perspektiften koptuğumuz an olayları analiz etmede daima kendimizi tozpembe düşünen biri olarak buluruz.


Halklar tarihte defalarca kez intikam almak istemiştir ve buna da kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığı zamanlarda kalkışmıştır. Peki bunu neden yaparlar? Neyin savaşını verirler ve ne isterler? Çoğu zaman bir parça ekmek için, özgürlük için, huzurlu bir hayat için, demek ki sadece yaşamak adına. Peki halkı buna ne iter? Saydığımız şeylerin olmayışı. Yani bir parça ekmeği, özgürlüğü, huzuru olmadığı için, yani yaşamak bile kendisine çok görülmüş olduğu için. Şimdi yüzyıllarca baskı altında kalmış, ezilmiş halkların vereceği mücadeleye, savaşa şunu demek acaba nasıl olurdu: Ne olursa olsun çözüm bu değil, savaşarak bir yere varılmaz, oturup anlaşma sağlanmalı, insanlar kavga yerine birbirini ikna etmeyi seçmeli vs. Neden bunu yapmalı? Binlerce yıldır çözüm olamamış bu tavsiyeyi ne için dinlemeliyiz. Hem tarihte her şey zor yoluyla gerçekleşmez mi? Ezenlerin sınıfları da tepe zor yoluyla çıkmamışlar mıdır? Şimdi sırf halk hakkını arayacak ve devrim arzusuyla düzenin değişmesini talep edecek diye onlarla aynı konuma mı düşecek? Yani sırf o da savaştı, o da zor yolunu seçti diye kendisini ezen sınıflara başkaldırdı diye onlarla aynı kötülük içinde mi bulundu şimdi? Böyle düşünenlere şunu sormak lazım: halk hakkını bile arayacak cesareti bulamazken onları savunmak için neredeydiniz? Aslında düşüncelerinizin, soyut düşüncelerinizden çıkan fikirlerinizin tamamının belli bir azınlığa hizmet etmesi tesadüf mü? Bu soruların cevabını okur versin ve biz de bu konuyu tamama erdirelim.


Bizim savaşan kesimler hakkında yorum yaparken dikkatli olmamız gereken nokta aslında biriciktir, o da koşullara bakmaktır. Çünkü hiçbir zaman bir şey "doğası gereği şöyle böyle" değildir. Binaenaleyh halk da zor yoluyla "sadece" kendi haklarını kazanmak istediği zaman, o güne dek kendisine zulüm gösteren kimselerle de aynı konuma düşemez. Tüm bunlardan dolayı iyi taraf ve kötü taraf diye bir şey yoktur. Sadece belirleyici bazı koşullar vardır. Ve biz koşullara bakmak yerine "iyi" ve "kötü" gibi soyut değerlerle yaklaşırsak eğer daima tozpembe düşünmeye, ezilene değil ezene fikirlerimizle hizmet etmeye devam ederiz. Bunun bilincinde olsak da olmasak da.


Sınıfsal Ayrımların Yaratacağı Tiranlık Karşısında Düşünce Özgürlükçülüğünün Naif Kalışını Çözebilecek Yegane Şeyin Devrim Olması Üzerine


Sırf dünyada "istediğini düşünme hakkı" diye bir laf geziniyor diye gerçekten de istediğimi düşünebiliyor muyum? Ve bu hakkı ben kendimde mi buluyorum yoksa başka bir şey sayesinde bu hakka sahip olma hakkına mı erişiyorum? Bu ikisinin ayrımına dikkatli bakmak bizi doğrudan sorun'un çözümüne götürebilir.


Ben kendi adıma düşünce özgürlüğü gibi bir şeyin alelade bir hâl alacağına, yani öyle kolayca gerçekten var olabileceğine inanmıyorum. Sınıfsal ayrımların olduğu bir dünyada düşünce özgürlüğününde bir yalandan ibaret olduğuna inanıyorum. Şimdi ben, eşitliğe büyük bir adım attıracak bir fikre sahip olsam ama bu fikirle de kendi dönemimin egemen sınıfını, onların huzurunu ve konumunu tehlikeye sokuyorsam acaba hâlim nece olur? Benim gerçekten örgütlü bir güç olmama izin verilir mi, düşüncelerim, düşünce özgürlüğü inancı tarafından gerçekten korunur mu ve hoş karşılanır mı?


Sınıfsal çelişkinin yarattığı dünyanın bütünlüğünde düşünce özgürlüğü fikrini öne sürmek ve kutsallaştırmak mevcut dünya sorunları karşısında çok naif kalıyor. Her şeyin birbirine bağlı olduğu anlayışı (holistik) ve eşitliğin oturduğu bir dünyada özgür düşünceden bahsedebiliriz. Ama bunun olmadığı bir dünyada düşünce üretene kadar çoktan maddi dünyada kendimizi ezilmiş, her şeyin varsayılmış ve toplumun zorla veya değil (ideolojik aygıtlarla da baskı kurulabilir) baskılanmış olmasıyla karşılaşırız.


Her şeyden önce özgürlüğün bize tepeden verildiğini düşünüyorsak büyük bir yanılgı içerisindeyiz. Çünkü başka bir yerden gelen özgürlük, güçlü kesimin elinden dağıtılan uyuşturucu kırıntısı olabilir. Çünkü özgürlüğün alınması değil de tanınması/tepeden verilmesi düşüncesi aslında bizzat özgürlük ile çelişir.


Özgürlük, sadece insanların birbiriyle eşit olmasıyla mümkünleşir.