“Kaç kilo olsun, abla?”

“Üç tane kâfi, buzdolabı bozuk da uzun süre muhafaza edemem.”

“Tamam abla. Ne demek. Ne kadar istersen o kadar tartarım.”


Yine aşina olduğum yüzler karşımda. Araya mutfak alışverişini de sıkıştırıyorum. Kızım yanımda, yirmi bir yaşında fakat evlenip gidemedi hâlâ. Hâlbuki ben on dokuzumda uçmuştum baba evinden. Yeni yetmelerin kocada gözü yok. Diş hekimliğini bitirip kendi muayenehanesini açacakmış hanımefendi, hiç evlenmeyebilirmiş. Diyelim ki evlendi ve kocasını kaybetti, ondan kalan kuş kadarcık maaşla geçinmeye çalışmayacakmış. Ne zannediyor? Benim de maaşlı bir işim olsaydı şeftaliyi taneyle değil kiloyla alabileceğimizi mi? Olur mu hiç? Söyledim ya; buzdolabı arızalı. Yoksa ben bilmez miyim kilo kilo tarttırmayı? Çürüyecek, ziyan olacak. Günahtır.


Kimmiş o karşıdan gelen? Çaycı Adnan mı, yoksa? Evet evet. Ta kendisi. Ayla’yı süzüyor. Tanımadı herhalde. Nasıl tanımaz? Sadece iki yıl oldu buradan gideli. Ayla, taşınmadan önce de sülün misali dikkat çekici olmuştu. Olmasa ne? Adnan için fark eder mi ki? Dünya harikası karısına rağmen çay ocağının önünden geçen her kadını, genç yaşlı, şişman zayıf, güzel çirkin ayırt etmeden süzmez miydi? Süzerdi elbette. Hem Ayla’nın kızıma yan gözle bakanın gözlerini oyarım! diyecek bir babası mı var? Adnan da süzer, pazarcı Niyazi de… Yaklaştı Adnan, Ayla’yı, yanındakinin ben olduğunu ayrımsayınca ancak tanıdı da az önceki bakışlarından bir nebze utandı sanki.

“Hoş geldiniz, Şehrazat Abla, özlemişiz sizi, yahu.”

“Hoş bulduk oğlum. Benim de gözümde tüttü herkes, sorma.”

“Ee, ne var ne yok? Ne yapıp ettiniz? Tutunmak zordur büyük şehirde, kurtlar sofrası, malum.”

Nedir duymayı umduğun Adnan? Oğlanlar mafya tetikçisi, kız da orospu oldu, he?

“Zor olmaz mı? Hem de ne? Fakat insan bir hal çaresi buluyor. Küçük oğlan Aykut, tuhafiye açtı, ağabeyi ile birlikte çalışıyor, canlarını dişlerine takıyorlar. Bilirsin sen de kendi ekmek teknesine sahip çıkar âdemoğlu.”

“Bilmez miyim abla? Ayhan ara sıra benim ocağa yardıma gelirdi. Çalışkan çocuktu vesselam. Kardeşinin de yanında durmuş, helal olsun. İnşallah muvaffak olurlar da siz de artık rahat edersiniz. Allah utandırmasın.”

Allah utandırmasın mı? Neden utandıracakmış? Üstesinden gelemezler mi sanıyorsun? Muvaffakiyetin koşulu ne sence? Civarın kimsesiz çocuklarını çay ocağında bedava çalıştırıp bir de üstüne küp şekerleri saymak mı? Bu sayede mi mahallenin tek çaycısısın hâlâ? Bir Ayhan daha bulabildin mi?

“Şükürler olsun, şans onlardan yana. Bir yılı geçti, tıkır tıkır işliyor dükkân. Yine de yeni doğan günün ne getireceği muamma. Dediğin gibi: Allah utandırmasın.”

Kulağıma sinek vızıltısı mahiyetinde ulaşan birkaç cümlesinden sonra uzaklaşıyor Adnan. Çay ocağı nasıl oluyor da tepesine çökmüyor, anlamış değilim. Allah’ın onu çoktan bir felakete uğratması gerekmez miydi?

Meyve sebzeleri tamamladığımıza göre fırına da uğrayayım. Kocaman, yuvarlak, üzeri boydan boya kıtırlı, odun ateşi kokulu somun ekmeklerimizi de epey özledim. Ayla da çok severdi kıtırları. Ağabeyleriyle kıtır kapma kavgasına tutuşurlardı her akşam. Ben de büyükleri ne derse kabul etmesi gerektiğini tembihlerdim poposuna attığım bir çimdikle birlikte. Ufaklıktan öğrenmeliydi evin erkeğine nasıl davranacağını. Yoksa evlenince kocasına, kayınbabasına da asi gelirdi, maazallah, onlar da “Anası olacak kadın terbiye vermemiş buna,” derlerdi. Kendimi düşünüyorum sanılmasın, onun adına önlem alıyorum. Erinin lütfettiği kadarına razı olmayan kadın mesut olur mu hiç? Nerede görülmüş? Tövbe estağfurullah. Evlerden ırak. Düşman başına. Tövbe tövbe…

Müzeyyen abla da fırına geliyor sanırsam. Torunu Reyhan’la birlikte. Ne kadar da büyümüş Reyhan. Annesi kadar güzel değil yalnız. Annesi; güzel ama kıt akıllı Melahat, ah Melahat... Yirmili yaşlarında dahi kayınvalidesi gibi giyinirdi, evinden dışarı burnunu çıkarmazdı. Ayda yılda bir kere misafirliğe gidersek ancak görürdük yüzünü. Yıldan yıla silikleşmişti gözlerinin feri, günyüzü görmeye görmeye iyice soluklaşmıştı beyaz teni. Bazen sözlerimizi anlamayan bir ifadeyle dinlerdi bizi. Bu kadıncağız bu saflıkla nasıl büyütecek çocuklarını diye endişe ederdim. Lakin Müzeyyen abla yanından bir dakika ayırmazdı torunlarını. Melahat cariyesiydi sanki evin. İç çamaşırlarını da kayınvalidesi mi seçiyordu? Bir hayli merak ederdim fakat soramazdım. Zaten Melahat da hayatından şikâyetçi gibi görünmüyordu.

Ben Ayla’nın, çocukluğunun mahallesindeki kadınlara özenmesini beklerken onun iş hanımlığını ülkü edinmesi abesle iştigalden başka bir şey değil. Hangi kadın sabahın erken saatlerinde sıcak yatağından çıkıp gece olana dek ter dökmeye heves eder? Melahat alışverişe çıkamıyor belki ancak her sabah istediği kadar uyuyor. Otobüse, minibüse binmek, yaz kış, sıcak soğuk demeden sokaklarda koşturmak zorunda kalmıyor. Keşke benim kocam da hayatta olsaydı da bunca angaryaya yetişme mecburiyetine düşmeseydim. Ne olmuş güneş görmüyorsa? Ben görüyorum da ne işime yarıyor? Kocam vefat etmeseydi, buzdolabı için ustayı bulurdu, eve getirir, bana da tamiratın bittiğini haber ederdi. Yalnız değilim, evde Ayla da var. Yine de söz olur diye düşünüyor insan. Neme lazım? Büyük şehre gidince erkeklerle pek bir içli dışlı olmaya başlamış derler arkamdan.

Müzeyyen abla sımsıkı sardı beni, sahici bir özlemle. İyi insanlardı. Sağ olsunlar. Özellikle Melahat’ın kocası, bazen bizim bahçe kapısını açık unuttuğumuzu görür, ara sıra uyanıp hâlâ açık olup olmadığını kontrol edermiş. Müzeyyen abla, oğlunun beni yengesi, çocuklarımı da yeğeni gibi gördüğünü, kötü niyetli biri bizi rahatsız eder diye vesvese yaptığını anlatırdı. Öyledir tabii. Tutulan nöbetlerin sebebi eve kimi alacağıma ilişkin duyulan merak elbette değildir. Melahat’ın sokağa salınmama nedeni de genç kadıncağızın yol yordam bilmemesi, alışverişte aldatılma ihtimali. Ne ince fikirli insanlar… Allah razı olsun. Melahat şanslı kadınmış, onu bu denli düşünen bir aileye gelin olmuş. Kayınbabamlar da bize sahip çıksaydı keşke. Yalnız onlar mı? Kendi ailem dahi bir başımıza koymadı mı? Bu yüzden midir, Müzeyyen ablanın bir sıcak tebessümünün bile kıymetinin katlanması gözümde?

Ona da anlattım oğlanların kendilerine iş kurduğunu. Allah’ın utandırmaması adına bir temennide bulunmadı. “Amma akıllı kadınsın, buradan taşınmakla en doğrusunu yaptın,” diyerek sırtımı sıvazladı. Koca yürekli Müzeyyen abla... Hayata tutunma öykümüzü bakışları olumlu yönde değişerek dinleyen sadece o oldu. Hele Sebahat! Dün akşamüstü güya yemek getirdi bize. Yüzü de yine sirke satıyordu. Adımını eşikten içeri attığı an baştanbaşa gözden geçirdi evi, hoş beş dahi etmeden derin bir nefes çekti içine ve “Rutubet kokusu en az bir hafta çıkmaz. Camları gece gündüz açık tutmak gerek. Boş kalan ev böyle oluyor işte, zaten eskiydi iyice harabeye dönmüş, tüh,” cümlelerini döküverdi tatlı mı tatlı dilinden. Sebahat’ın kocası Harun ağabeyin başka bir kadınla daha birlikte olduğunu herkes bilirdi ancak hiç kimse mevzubahsini yapmazdı ve Harun ağabey de Sebahat’a karşı herhangi bir mahcubiyet hissetmezdi. Haftanın belli günlerini o kadında, diğer günlerini ise Sebahat ve çocuklarıyla birlikte yaşadığı çaprazımızdaki apartmanda geçirirdi. Yalnız o kadınla çocuk yapmamışlardı, münasebetleri aşna fişneden ziyade dostane gelirdi bana. İsmini bilmiyorduk, o, “o kadın”dı fakat daha önce evlenip boşandığı, herhangi bir geliri olmadığı için Harun ağabeyin yanında çalışmaya başladığı ve zamanla birlikte oldukları gibi detayları ise, nereden öğrendiğimizi bilmediğimiz halde, ezberlemiştik tüm ahali. Geride kalan iki yılda düzenlerinde bir değişiklik olduğunu sanmıyorum. Zira Sebahat’ın tencere dibinde kalan yemekleri bize lütfetme alışkanlığı dahi devam ediyor. Öyle ya; insan yüreğinin sızısına bir başkasını üzerek üfler.

Ayla bir gün, “Anne, Sebahat teyzelere gittiğimizde hiç görmedim bu tabağı, demek ki misafirlere özel takımları çıkarıyorlar ama gündelikte çatlak olanları kullanıyorlar,” demişti. Ah kızım benim; ay gibi, ışıl ışıl, tertemiz niyetli kızım, insanların kendisine tepeden bakacağını aklının ucundan bile geçiremeyen kızım... Mana veremediğim bir öz güven taşır Ayla. Onca uğraşıma rağmen eğemem başını. Okulda binbir problem yaşasa da benimle paylaşmaz, ufaklığında da sınıfında olup bitenleri veli toplantısına giden komşulardan öğrenirdim. Neden sakladığını da sormazdım. Hoş, sorup öğrensem elimden bir şey gelecek miydi? Aykut lise birde sınıfta kalınca öğretmenleri ile konuşmaya gitmiştim ancak bir ders yüzünden sınıf tekrarı vermişlerdi oğluma. Bir sürü dersten kırık alan çocuklar geçebildiği halde Aykut kalmış, arkadaşlarından ayrılmayı gururuna yediremeyince de okulu bırakmıştı. Hem Ayla, kolunda altın bileziği olmasa da onu kanatları altına alacak bir koca bulur, hacet yok güzel kafasını yormasına. Oysa Aykut ve Ayhan öyle mi? İşsiz güçsüz adama kim verir kızını? Üstelik kocamın ailesindeki kadınlar çok şanslıdır, Ayla da kesin halaları -hatta babasının halaları da- gibi zengin mi zengin bir ailenin paşazadesiyle evlenir, ömür boyu elini sıcak sudan soğuk suya sokmaz. Muayenehane açamasa bile bir kocayla kurtulur hayatı, ben oğullarımın geleceğini garantiye alma telaşındayım. Tez vakitte ev sahibi olmalı ikisi de. Dünyada mekân ahirette iman, denir. Evi olmayana da kız verilmez. Ama kız alırken “Ne getireceksin çeyiz olarak?” diye soranını görmedim ahir ömrümde. Ayla’nın kime varacağı ne malum? Belki de uzak memleketlere gelin gidecek ve üç beş yılda bir görüşeceğiz. Aykut ise ufaklığından bugüne “Annemle yaşamayı kabul etmeyen kadınla evlenmem,” der. Sözünün eridir benim oğlum.

Bazen mesnetsiz fikirlere kapılıyor, hatta kendimi madem kocamı kaybedecektim keşke erkek evladım da olmasaydı derken buluyorum. Tekrar evlenmem yadırganmazdı o vakit. Bir beyim olurdu ve komşularım bana çöpe atılmaya yüz tutmuş tabaklarıyla yemek getirmezdi. Getirmez miydi sahi? Bunca horlanışım bana soyadını veren fakat bugün yanımda olmayan bir adam yüzünden mi?

Ayaküstü hasbihalden sonra, aklımda geçmişin gölgesi, elimde sebze meyveler ve somun ekmek, farklı yönlere gitmek üzere ayrılıyoruz Müzeyyen ablalar ile. Onlar eve dönüyormuş biz çarşıya doğru ilerliyoruz. Her adımda farklı bir anı sarılıyor eteğimize; sağdaki ara sokakta Tavşancı Murat vardı, neredeyse her hafta birkaç tavşan satın alırdık ondan. Hiçbirini de üç beş günden fazla yaşatamazdık. Soldaki marangoza gardırop siparişi vermek için girdiğimde ahşap tozlarının kokusuyla büyülenmiştim lakin devasa testerelerden ödüm kopunca hiçbir şey soramadan gerisin geri çıkmıştım. O koku yine burnumda.

Biraz öteden sola dönerek dik yokuşlu dar sokağa gireceğiz ve yokuşu aşıp sağa döndüğümüzde kendimizi çarşıda bulacağız. Vardık bile. Sokak hâlâ çok dar. Öyle ki tökezlesek evlerden birine düşeceğiz. Yokuş da hâlâ sert mizaçlı, hâlâ soluk soluğa bırakıyor insanı.

Kaç yıl olmuştur? O günlerde on yedi yaşındaydım bugün elli dört, tamı tamına otuz yedi yıl geçmiş. Otuz yedi yıl önce bu sokakta değişmişti hayatım: İlk defa kendimizinki dışında bir kasabanın pazarına gelmiştim. Anne babam yanımda değildi, komşumuzun kızı Gülden ve ağabeyi Salih’in peşine takılmama izin vermişlerdi o gün. Biz de iki üç saat boyunca bir sağa bir sola dolaşıp durmuştuk. Çarşıyı tavaf ettiğimizi fark edince ise bu dar sokağa girivermiş ve fazla ilerlemeden kenara çekilmiştik. Arkadaşlarım alışveriş çantalarını düzenlerken ben de merakla etrafıma bakınıyordum. Tam o esnada, yokuşun aşağısından yukarı doğru gelen birkaç gençten sütlü kahverengi takım elbise giymiş olanıyla buluştu gözlerim. Normalde çekingenliğim tutardı ve kaçırırdım bakışlarımı fakat bu defa kaçırmadım. Dar sokak genişledi, bir de düzleşti üstelik. Sokağa sarkan çamaşırlar çekildi görüş alanımdan. Pencerelerinden sohbet etmeye çalışan teyzelerin konuşmaları kulaklarıma varmaz oldu. Hatta o biçimsiz apartmanlar da kayıplara karıştı. Uçsuz bucaksız, dümdüz, taze açmış nergislerin kokusuyla efsunlandığımız bir yeşillikte yalnızca ikimiz mevcuttuk ve birbirimize koşuyorduk.

İnsanlara on, on beş saniye bana ise birkaç saat gibi gelen o göz tanışıklığının ardından, sütlü kahverengi takım elbiseli delikanlı arkadaşlarıyla birlikte çarşıya doğru geçip gitti. Onu bir daha görebileceğimi hiç düşünmemiştim. Ancak o sormuş soruşturmuş, o gün beraber dolaştığımız Salih ağabeye ulaşmış, tanışmış, “O kızı bir daha görmek için ne istersen yaparım,” demiş. Henüz bir ay olmamıştı ki mektubu ulaştı bana. İlk cümlesi ise “Merhaba, bana dünya üzerinde başka bir kız yokmuş gibi hissettiren kız,” idi. Daha önce duymadığım iltifatlarla devam ediyordu satırları. Ben ise birkaç haftanın ardından ancak yanıt yazabilmiştim. Salih ağabey mektupların kendi adına gelmesine izin vermişti. Hakkı ödenmez, iki yıl postacılık yaptı aramızda. Kaçak göçek görüşürdük her fırsatta ancak konu istemeye gelince babam memura verilecek kızı olmadığını söyledi. Alır gidermiş evladını, şehir şehir gezerlermiş de torunu torbası perişan olurmuş. Ben de kaçtım Nejdet’e. Babamın gönlü olmasa da annem haberdardı. O, kocasının aksine düzenli maaşı olan biri ile evlenmemden yanaydı. Fakat beni gönderirken “Olur da geçinemezsen ağlayıp sızlayarak geri dönme sakın, babanın başını belaya sokarsın. Ev olan yerde kap kaçak tıkırdar, büyütmeyeceksin,” demeyi es geçmemişti. Ne görürsem göreyim, hatta Nejdet’i kaybettiğim halde, sözünden çıkmadım annemin. Onlara bir dolmuş mesafesinde yaşamama rağmen, gelin geldiğim evde çocuklarımla birlikte devam ettim. Zaten evliliğimin başlangıcında sözünü çiğnediğim için babamla eski sıcaklığımızı tekrar yakalayamadık. Annem ise benim ailemin Nejdet ve onun ailesini olduğunu tembihlerdi her ziyaretimizde. Şimdi hiçbiri hayatta değil ve ben hâlâ soruyorum: Ailem kim? Ne çocuklarım ne kendi anne babam ne de Nejdet’inkiler. Tek bildiğim bu.


Bugün bunca sene sonra aynı sokağı, kimin nesi olduğumu kestiremeden adımlıyorum. Sokak hâlâ dar, ben hâlâ köklerimi salacak bir avuç toprak arıyorum, pencerelerden hâlâ çamaşırlar sarkıyor, aynı teyzeler olmasa da hâlâ birileri komşulara sesleniyor ancak yeni açmış nergis kokusu alamıyorum. O gün çarşıda bir tur daha atsaydık da bu sokağa yönelmese miydik, acaba?


*2022 Yılmaz Sunucu Öykü Ödülü