El izim ancak bir hüsnü kuruntu halinde tebarüz ediyor. Hüznümü hüsün gibi yansıtmak kendime saygı duymamak şeklinde çıkıyor karşıma. Üzülüyorum çünkü alışıyorum. Alıştıkça üzülüyorum. Burada ne kadar ekmek o kadar köfte deyimi işlemiyor. Çünkü hamurunuz arttıkça köfteniz azalıyor. Kolumuzu her uzatışımızda elimiz bizden bir arşın öteye düşüyor. Yakınlarında olduğumuzu hissettiğimiz her an biraz daha uzaklaşıyoruz kendimize.


Bir anlam veremedikçe dargınlığımız daraltıya dönüyor. Anlam anlaşılmadıkça duyguların yoğunlaşması bir nevi savunma mekanizması gibi işlev görüyor. Sinir, hüzün, korku, sevinç ve hayret... Yoğunlaşan duygu kavrayışın önüne set çekiyor. Hal böyleyken kavranan kavramlara verilen anlamlar da çabasız ve iyice ayırdına varılmadan boca edilmişse o vakit tahammül de azalıyor. Çünkü üzerinizde yük biriktirmekten bir an önce kurtulmak için manaları gelişigüzel densizce pay ederseniz muammaya tahammülünüz olmaz. Anlamadıkça insan huzurlu olamıyor. Ancak anlamadığını da anlamadığında belki de huzur buluyor.


Her geçen gün, ömrü daraltıyorken neden "her şeyin" geçmişte kalması için çaba harcanıyor. Yaşadıklarımız geçecek ise eğer geçmiştekiler neden yüreğimize su serpmiyor. Belki de yamacımızda bir sabri arıyoruz daraldığımızı dile getirmek için.


Gerçeklik geçerli olmazken yalanların yılmamış at koşturması, yılgı içimizi deşerken dudaklarımızdaki sahte gülümseme, kelime yerli yerinden utanırken gürültünün koltuk sevdası, mum yakana neden elektriği bulmadın yaftası yamanırken bütün imkanları ile aydınlık bir yer kalmasın savaşı, çığlık sessiz bir vaveyla iken sesin karnı deşmesi...



Dilsiz değilim susamam

Öyle ölüler gibi

Bu güzel dünya ortasında.