Gölgelerde yaşıyorum. Her şeyin, gerçekliğinden başka şekillere büründüğü gölgelerde yaşıyorum. 


Köşebaşında oturmuş, güneşi arkasına alıp rüzgâra inat yürüyenleri sevdiğim insanlara benzetecek kadar gözlerim buğulu bir şekilde gölgelerde yaşıyorum. 


Başımı kaldıramayacak, bir lokma ekmek yiyemeyecek, bazen nefes alamayacak, hatta gölgesi bana yavaş yavaş yaklaşan ve önümde bir direk gibi dimdik duranların verdiği selamı alamayacak kadar güçsüzüm.


Her güne yeni bir merhaba diyen, sıcacık ışıklar saçan, adına insanlığın ilk gününden beri eşsiz şiirler yazılan güneşe bile merhaba diyemiyorum. 


Yorgun düştüm. Aydınlıklara hasret kaldım. Samimi bir tebessümü yıllardır görmedim. İtildim, kakıldım. Yırtık elbiseler içerisinde yaşam mücadelesi verdim. Önüme atılan üç beş lira ile karnımı doyurdum. Nasırlı ellerimi tıraşlı yanaklarıma dokundurmanın nasıl bir duygu olduğunu unuttum. Yaşlandım. Yüzümde yılların geçtiğini gösteren çizgiler ile ölüme biraz daha yaklaştım. 


Gözlerimin rengi neydi acaba? Sevmek, sevilmek, âşık olmak, dans etmek, sevgiliye şiir yazmak, şarkı söylemek, gecenin zifiri karanlığında sesini duymak, onu görebilmek için binlerce kilometreyi katetmek, Üsküdar sahilindeki banklarda sevdiğim ile beraber oturup güneşin batışını izlemek, martılara simit atmak da ne? Yeni duyuyorum bunları. 


Her sabah saat 05.15'te karşımdaki duvarın dibinde kıtır kıtır simitlerini arabasına dizen, 45 dakikalık arayla günde defalarca önümden geçen, dumanı öksürüğüme öksürük katan 50’li yıllardan kalma, yarı çalışan yarı dökük tren sesinden, öfkelerini kaldırım taşlarından alırcasına ayaklarını zıpkın gibi yere vuran kalabalıklardan. “Soğuk suuu!”, “Soğuk suuu!” diye bağırarak dolaşan ya on dördünde ya on beşinde, teni kirden kararan çocuklardan, yanımdaki oturaklarda oturup benim gibi umudu bitmiş; bir ayağı çukurda, bir ayağı yaşamak için direnen, elindeki bastonu koltuğunun altına alıp bir liraya aldığı yemleri güvercinlere atan yalnız insanlardan, günde beş defa duyduğum ama hiç kulak vermediğim müthiş bir ahenkle okunan ezandan, geçmişin derinliklerinde kaybolmama sebep olan balık ekmek kokularından, farklı farklı ilanların her gün birbiri üzerine yapıştırıldığı Osmanlı'dan kalma duvarlardan, ikindiye doğru hafiften çiseleyen fabrika kokulu yağmurlardan, dedelerini Çanakkale’de öldürenlere benzemek için binbir yolu deneyen günümüz insanlarından, kulakları küpe dolu erkeklerden ve bayan demeye bin şahit lazım saçı başı görülmemiş modellere ev sahipliği yapan genç kızlardan, az ilerideki çöp konteynerlerini her geçişinde yeni bir umutla karıştıran köpeklerden, sürekli aradığım ama sadece gecenin ilerleyen başıboş saatlerinde yakalayabildiğim sessizliği güneşin batışına yakın bulmamı imkânsız kılan korna seslerinden, kırk metre ötedeki kokoreççinin bağırışlarından, saat dokuz oldu mu düet yapıyormuşçasına aynı anda kapanan kepenk gıcırtılarından, ortalıktan yavaşça kaybolan insanların arasında bir elinde kürek, bir elinde süpürge, rüzgârın kendisinden kaçırdığı ambalajları, yaprakları, sigara izmaritlerini toplamak için vücuduyla müthiş kıvrımlar yapan çöpçülerden, bedenimi titretmek için tenimle husumet kuran soğukluklardan, geçen yıl bankta uzanırken yüzünü görmediğim uzun boylu, zayıf, yürüyüşü babacan, açılmamak için direnen gözlerime rağmen 25-30 yaşları arasında olduğunu fark ettiğim bir gencin üzerime örttüğü uzun kabanından, her gün aynı saatte geçen çim sulayıcılarından, arka sokaktaki marketin gelen malları dizdikten sonra kaldırım kenarına bıraktığı boş kolileri yuvarlayıp bir torba içerisine yerleştirerek başımı üzerine koyduğum küf kokulu yastıktan, dibinde uzandığım ve her saydığımda hiç eksilmeyen 1640 tane kiremitten yapılma üstünde bir baca genişliğinde oyuk olan eski bir kapıdan başka ne bilebilirim ki?