https://youtu.be/hT9VNqFSRxo


pseudo-Aristoteles incelemeler, arami-yahudi dünyası, islam peygamberleri – hristiyan azizler, arap-yunan reçeteleri, yüksek ortaçağ'ın sırlı ilimleri, okkült gizemler ve bütün, antik öncüller ve özdeşlikler…başlangıcı, usavurmaksızın, yalnızca hayret ve hayranlıkla anlatabilmek artık mümkün değil çünkü her şey razyonalize edildi yani mahvedildi ve hiç kimse eve dön demeyecek mi diye sorulduğunda, evde de kimsenin kalmadığı öğrenildi. 



doğa, her yıl yeniden kendi kendini döllüyor. eskiler, çok eskiler, bu özgürleşmiş ruhun kendi kendini, kendinden türetmesine hayretler içinde kaldılar çünkü akılları yoktu. aklın böylesine tanınmadığı dönemlerde et düşünülür, et hissedilir ve arzu, et ile bilinirdi. güneşte parıldayan ten, kendi olmayı, doğada topraktan bitmişçesine özgür hissederek yaşadığında anlardı, ancak tam bir anlamak değil bu, düşünceyi hissetmek –düşünmeden. tenler güneşte parlıyordu çünkü başlangıçta yalnızca yaz vardı. 

ozan, güneş tenine her değdiğinde içinde birkaç tane daha ozanın kaydığını hissediyor gibi oluyordu, birden çok tuhaf bir an oldu, anne’nin buğdaylar ile örülü saçlarına uzun uzun övgüler dizmeye başladı. içindeki mesnetsiz kaymalar, kendi teninde tansiyon yaratınca ozan da, ağacın tenine kayma hissini neşretti. sonra hep ışık oldu, karanlığı ışıktan ayırt edebilen gözleri, kışı unuttu. eskiler, çok eskiler artık mevsimleri tanımaya başladılar: kış, ozanın suratının asık olduğu zamanlardır. yaz: ozanın içerisinde birçok ozanın oynaşmaya ve söyleşmeye başladığı zamanlardır. 


saçları buğdaylarla örülü anne’ye iki kere anne, anne kere anne, annelerin annesi demek istedi eskiler. onun adı di – mater oldu böylece ayaklarının altına değin kutsala döndü. tabanları ile ıslak, bereketli kızı toprağa bastığında yeşile dönerdi evladı. öteki evlâdına ölüm âşık oldu, masumiyetinden ihanete uğramış kız, kardeşi toprağın altında hapsoldu. yüzeye çıkardı bazı bazı, annelerin annesi gözbebeklerine değin kutsala dönebilirse. ıslak ve bereketli kız, toprak altında kımıldanan insan kardeşini yüzeye çıkaramadı çünkü eskilerin belleği yoktu. annelerin annesi çiftçileri korurdu çünkü onlar hiçbir şeyi hatırlamayan masumlardı. çiftçiler anne kere anne’yi övdü, her yıl ayak tabanlarından geri dönüşünü teslimiyet ile beklerlerdi. başlangıçta yalnızca masumiyet vardı.



masalların kadın olduğu, tanrıçaların ozanın tepesinde dans ettiği zamanlardı. masallar kadını anlatırdı çünkü masal da kadındı. her şey sevgiydi. güzellik bir oğul doğurdu, oğul sonsuza kadar çocuk kaldı. büyürse erkek olabilirdi, korktu güzellik, erkek olunca oğlunu sevemezdi. erkekler, doğanın her evlâdı için rahatsız edici tuhaf varlıklardı. onlar geldiğinde kristalize olmuş ölüm gelirdi. ama öyle veya böyle erkekler geldiler. hiçbir anne onları iyileştiremedi çünkü deriden ayakkabıları, ayak tabanlarını saklardı. güçlü bellekleri vardı, toprağı kana boğdular. anneler ve kızları her yere kaçıştılar, arkalarında masalı unutarak. erkekler masalı döllediler ve öleyazdı masal. bir çocuk doğdu, erkeklerin tarih diye bir oğlu oldu. erkeklerden de kötüydü bu oğul. titanların en titanıydı. 

yeşil giymiş adamlar dünyada sık duyulur oldu, ismi george olan bir erkek, bir ejderhayı öldürdü, halkı tenin şehvetinden kurtardı, diye yazdılar ona da saint dediler aziz oldu. hıdır ile ilyas, bir insandı ikiye bölündüler, böylece dünyanın iki tarafına da gideceklerdi, kuralı götürecek kadar atik olacaklardı. birden değil yavaş yavaş, ama sanki birdenbire bir şavkıma ile kutsal, dünyayı terketti. insanlar erkekler ile bellek sahibi oldular, erkekler insanların belleğinin sahibi oldu. dünyanın en masumu çiftçiler bile unuttu, annelerin annesinin ayakları yaz mevsiminin vaadiyle doludur diye bilinirdi, çiftçiler unuttu.



erkekler, dünyaya Rab’i anlattılar ama onu düşünmeyi yasakladılar. insan belleğinde bir yüzü olmadığı için tüm insanlar ona ürperti ile bağlandı. resimsiz sonsuz bir hava mıydı, sadece sonsuz muydu, erkekler soru sormayı da yasakladılar. uzunca bir sessizliği, dünya da sessizce izliyordu insanlar da. erkekler can sıkıntısını yarattılar ve içlerinden bazıları, hepten erkek olmayan, annelerin annesini hatırlayan erkekler şiirle can sıkıntısını, doğa ile eti, anne ile babayı karıştırmanın sözünü etmeye başladılar. can sıkıntısı bozguna uğratıldı çünkü hem erkek hem kadın olmak, kış iken yazı kendinde saklamak ne güzelmiş, diye düşündüler. güzelliğin oğlu büyüdü, aşktı sevgi oldu. bal sarısı gözleri, annelerin annesinin kutsallığında; bal sarısı saçları buğdaylar gibi salkımlı oldu. erkekler yalnız başına kaldıklarında bir düşmanla savaşmaktan yorgun düşerlerdi; düşmanlarının adı erkek olmaktı, çok utandılar. güzel hikâyeler de olmalıydı, güzel erkekler. atılmış, dışarı çıkarılmış, çekilmiş anlamına gelen bir kelime buldular, böylece mahcubiyetleri azaldı. gizlice içlerindeki yıkma arzusunu odalarında çıkardılar ama meydanda çıkarma arzusunu da aşağılarlardı. Kadınlar, erkekleri hep affedici bir tebessüm ile meydanda izlerdi, ama odalarda erkekleri aşağılarlardı. dünyada barışın kaygıyla titreştiği bir zamandı. 


erkekler, sudan dışarı çıkmayı ve doğanın anneliğinden kovulmayı, tarihlerinde övgüyle anlatabilsin diye Moses dediler Rab’in oğluna. başka milletlerin erkeklerinin ağzına zor geldi bu isim, Moussa dediler, sonra Mustafa oldu. bir erkek muhakkak vardı, bambaşka insanlar mıydı çiftçiler hiç düşünmedi bunu. hikâyeler neden bu kadar benzerdi, hiç düşünmediler. çiftçiler hep yazı düşündüler, ne zaman gelirdi ne zaman güzelleştirirdi? Antioch'a Moses bir çubuk sapladı, çiftçiler sevindi. yeşili hiç bitmez, yaz kış sapı gülle donanmış bu çubuğu sevdiler. çubuğun etrafında dans ettiler, anneyi hatırladılar. yaz işte her yıl böyle tekrar tekrar geldi, insanlar her yıl kışı unutuverdiler ve erkekleri ve felaketleri. sadece yaz vardı.


zamanın dışında, zamanın içinde hem erkek seven hem kadın seven, hem kışları bir mağarada arı kovanı gibi parlardı, alev almış bir odun gibi alev alev...hem de yazın bir kayanın ağzında şarap özütürdü, hem güzel hem yakışıklı, hem yıkıcı hem yapıcı; kendisi yok edilemez ama her şeyin başlangıç neşesi birisi daha vardı. hep vardı, annelerin annesinden de önce, ozanlardan ve oğullardan da önce. aziz erkekler onu unutturdu o da terk edişle ormanın derinliklerine döndü. kuytu ormanlarda arkadaşları ile inleyerek dans ederler şimdi. günlerin gününü yaşamak, tanrıçalar gibi gün yapmak anlamına gelen ismi hâlâ onun. hep vardı, her yaz, tenler güneşte parladığında o var, insanın içinde kendinden onlarca kendiliği kaymaya başladığında da o var. 


doğa her yıl yeniden kendi kendini döllüyor, insanın en derinlerinde hep bir ses ve kayma hissi, mesnetsiz kahkahalar duyuluyor. hıdır ve ilyas vadilerde el ele sıkışıp sözleşiyorlar, antioch samandağ’da bir çubuk yeşile dönüşüyor buna pek çok musa şahit oluyor. yok edilemez yaşamın tanrısı için doğa, övgülerden rölyefler giyiniyor. evet demeyi öğütleyen bir filozof, ait olduğu ormanın derinliklerinde, tanrısıyla dans etmekte şimdi. annelerin annesi kızıyla birlikte, saçlarını örüyorlar buğdaylarla. erkekler ve kadınların her dileği, tüm duaları evet’leniyor. 


Pseudo-Aristoteles incelemeler, arami-yahudi dünyası, islam peygamberleri – hristiyan azizler, arap-yunan reçeteleri, yüksek ortaçağ’ın sırlı ilimleri, okkült gizemler ve bütün, antik öncüller ve özdeşlikler…hepsini unutuyorum, bellek sahibi olmayı reddediyorum.


eve dönüyorum: sıcağa, güneşe, terlemeye, kahkahaya. bir gül ağacının dibine kendimi gömüyorum. tüm kış sıcak gözyaşları akıttım, yaz içimden çıksın diye, yaz mevsimine dönüşüyorum.