Şehirde tuhaf bir hava vardı. 70-80 yılda bir tekrar edecek türden tuhaf bir hava...

Belediye başkanı pek muhterem Hakim Selim makam odasındaki geniş ahşap pervazlı

penceresinden bakmadan da sezebiliyordu. Sezgilerle hareket etmek gibi bir alışkanlığı

olmasa da nihayetinde kim kaçabilmiş duyguların pençesinden? Geniş, üzeri oldukça boş

gayet de lüks masasının tam ortasına gözleri dalmışken irkilerek doğruldu ve ahşap

sandalyesi arkaya doğru sürüklendi. Boynuna ilmek geçirilmiş ve acımasızca ipin ucuna

asılmışlar gibi kapıya doğru sürüklendi. Savrulmayan seri adımlarla geniş koridoru geçerken

yanından geçen onlarca çalışanının hangileri olduğunu fark etmeyeceği kadar gördükleri

bulanık geçiyordu gözünün kenarından. Yine savrulmayan seri adımlarla yedi kat merdiven

indi. Giriş kattaki ofisinden yedi kat indi. Yerin yedi kat dibine indi. Dördüncü kat ile beşinci kat arasındaki kapıyı cebinden çıkardığı anahtar ile geçti. Anahtar sadece kendi güvenip seçtiği birkaç adamında ve kendisinde vardı. Bu kapıyı geçtikten sonra aydınlatma modern

elektronikten tersine evrilip antikleşmiş; yan duvarlar taşa, örme duvarlara dönüşmüştü.

Yedinci kata ulaştığında nefes nefeseden biraz sevimli bir soluk alıp verme hızıyla nefeslendi, keskin bakışlarla kapıyı süzerken vücudunun kontrolünü geri aldığını hissetti. İçeride karşılaşacağı kişinin kim olduğunu bildiği ancak ne istediğini bilmediği için biraz dalgın bir görüntü ile gayet havalı duran çevirmeli şifreye uzandı. Birkaç bilek hareketi ile şifreyi açmış, sessizliğin içinde küçük bir yankı oluşturan tok bir klik sesi duyulmuştu.


Vedia: Acele eder misin Hakim? Yetişmem gereken bir yer var.


İçeriden gelen ses, tahmin ettiği gibi yıllar önce ayrıldığı eski eşi Vedia’nın sesiydi.

Hiçbir kilit Vedia’ya bu güne kadar engel olamamıştı, yeter ki bir kapıdan geçmek istesin. Kapı aralık, Hakim’in bir adımı içeride bir adımı henüz diğerine yetişmemişken saniyeden kısa bir süre maziye gidip geldi.


Evren henüz karanlıkken Vedia ile tanışmış, evrenini aydınlatanını bulmuştu. Kendilerinden başka bir varlık henüz yaratılmamış olduğundan öyle güzel, öyle hoş anlaşıyorlardı ki. Yıldızlar parlamayı, güneşler ısıtmayı Vedia ile Hakim’den öğrenmişlerdi. Tanrı; aralarındaki ilişkinin oturdukları kayalıklara bulaşan kısmını sıyırıp bir alüminyum leğene almış, biraz su katıp hamur yapmış, bu hamurdan yarattığına erdem adını verip Hakim ile Vedia’nın evrenindeki mahlukata dağıtmıştı. Bundandır, Vedia’nın adım attığı bozkır bayır olur. Bundandır, Hakim’in ters baktığı ağaç kurur. Neşelilerse kuşlar şakır, efkârlılarsa rüzgâr

sert eser evrenlerinde. Vedia ile Hakim’in arasındakini tanımlayacak bir şey bulamadıklarından Tanrı evrene yardımcı olmak için ilk soyut varlığı meydana getirmişti,

Ahenk’in adını yaratmıştı. Ancak gün gelip bir çocukları olduğunda Hakim; Hakim olmadığını, doğru ile yanlışı ayırt etmek için yaratılan olduğunu anladı. Vedia ise Vedia olmadığını, aşka hizmet edene hizmet etmek için yaratılan olduğunu anladı. Hâliyle Hakim ile Vedia’nın ebedî çatışması böylece başladı. Vedia bu çatışmanın burukluğuna dayanamayıp yaşadıkları şehri Hakim’e ve tek göz ağrısı Adem’in geleceğine bırakıp terk etti. Ta ki bugüne kadar. Mağarayı andıran, duvarları iri taşlardan örülü odaya girip Vedia’ya doğru adımlayan Hakim’in ilk sözü akıllıca bir tanımlama oldu.


Hakim: Şehirdeki tuhaf havanın sebebi belli oldu.


Vedia: Aşk olsun, beni artık tuhaf diye mi anıyorsun?


Hakim: Şehrin havasını tanımlıyorum demek daha hakkaniyetli bir açıklama olur.


Vedia: Aklınla bin yaşa Hakim. Gönüle ne olur diye düşünme.


Hakim: Bu şehri temelli terk ettiğini sanıyordum Vedia. Yüz yüze, karşı karşıya

gelmeyecektik. Adem’in hayatını da çekiştirip durmayacaktık. Sadece uzaktan hizmet

edecektik. Kendi yolunu bulması için. Ne oldu? Hizmet etmekten vaz mı geçtik ?


Vedia: Asla. Hizmet etmek için bu kez burada olmam gerekti. Sana da “Sakin ol ve o

çok bilen aklını kendine sakla.” demeye geldim. Adem’in önündeki onu bekleyen renkli hayatı ben olmadan yaşaması imkânsız. Senden bunu anlamanı, Adem’e ve bana müdahil olmamanı bekliyorum.


Hakim: Biz birbirimize söz verdik Vedia, unuttun mu? Adem’in hayatına müdahil

olmaktan kendimizi alıkoyamadığımız için ve bu müdahaleler bir diğerimiz ile hep çeliştiği için. Adem’i sürüm sürüm süründürdüğümüz için. Ayrılmaya, Adem’i her ikimizden de mahrum bırakmaya karar vermedik mi? Üstelik bu senin fikrindi. Ne kadar aptalca olsa da

yenememiştim seni de kabul etmek zorunda kalmıştım tek göz ağrımız için.

Vedia: Evet… Ama…


Hakim: Evet. Amalar bana göre değil Vedia.


Vedia: Esas olan sen değilsin Hakim. Eğer Adem’in hayatı ise saygı duyup hizmet

ettiğimiz, bir soluk alıp vermekten fazlası ise hayat dediğimiz, bir “mana” ise yaşamı hayat

yapan... O mana ile geldim bu kez şehre. Manayı şehre bırakıp gitmem de yetmez. Adem’in

öğrenmesi lazım ne yapılır o mana ile.


Hakim: Biz birbirimize söz verdik Vedia, unuttun mu?


Vedia: Evet… Ama… Tanrı’ya verdiğimiz söz ne olacak?


Hakim: Benim tabiatımda serin sakin olmak, senin tabiatında gönlüne geleni yapmak

var. Ne desem, ne söylesem o “mana” dediğini Adem’in yoluna atacaksın ve bu şehri birbirine katacaksın. Oysa herkesin iyiliği için bu şehri ve Adem’i bana bırakmak sence de doğru olandı ve Tanrı aşkına Vedia, biz birbirimize bir söz verdik !


Vedia: Evet… Ama… Unutmuşsun Hakim. Üstelik değişmişsin de. Ben gönül sen akıl

isen dinlemeden konuşmak bana, kulak asmak sana düşer. Tanrı’ya verdiğimiz sözü sordum

ama duymadın bile. Hatırla yiğidim. Ne ben asılım ne sen.


Hakim: Ne ben asılım ne sen Vedia. Asıl olan, Adem’in selameti. Asıl olan, evrenin tıkır

tıkır işlemesi. Asıl olan, bu şehrin dengesi. Asıl olan, Tanrı’nın bizden aldığı -nasıl verdiğimizi

bilmediğimiz- sözün ifa edilmesi. Tabii ki hatırlıyorum sözü, biz yaratılmıştık, o yaratmıştı. Biz

yaratılmışa yakışır yaşayacaktık, o zaten yaratandı. Kul kulluğunu yapacaktı, sultan zaten

sultandı. Bu sözü tutmak doğru ile yanlışı ayırt etmeyi gerektirir. Doğru, düzenin muhafazası.

Yanlış ise senin düzene saygı duymaman.


Vedia: Doğru, oğlumuz Adem bir tohum, dallanıp budaklanacak. Gölgesinde sevdikleri

huzur bulacak. Kalın dallarına salıncak kurulacak. İnce dallarından hu yapılacak. Ah bir de

meyve verirse tadından yenmez. Ben bu uğurda kazma sallayacağım. Sen her işe ket

vuracaksın. İster gün doğsun ister güneş batsın, olacak olacak!


Hakim: Yani diyorsun ki oğlumuz Adem bir tohum, ben onu kırıp çatlatacağım.

Başkaları için güneşlerde cayır cayır yakacağım. Sırtına olmaz yük bindireceğim, dalını

budağını koparıp alacağım. Öyle mi? Ben bu cüretine dur diyeceğim Vedia. Senin bastığın

toprak çimlenir ise benim dokunduğum kütük filizlenir.


Vedia: Yani diyorum ki senin filizlendirdiğin kütük eninde sonunda benim toprağıma

karışacak. Bu döngünün tadını çıkar. Seyret.