Sevgili Dodok,

Sana uzun zamandır yazamadım, lakin beni anladığını, bana gücenmediğini ve neden yazamadığımı zaten bildiğini tahmin ediyorum. Bugün dünyanın başka bir yerinde, başka insanların hikayelerinde kendimi görünce, hayatın beni yeni bir rüyaya attığını nihayet idrak ettim. Aylardır başka bulutları görüyor, başka yağmurlarda ıslanıyorum. İyice uzayan saçlarımı başka bir güneşte kurutuyor, yıldızlı geceleri şimdi uzaklarda kalan tepedeki çimenliğimizi anımsayarak başka bir tepeden seyrediyorum. Hayır Dodok, gökyüzü her yerde aynı değil, laciverdi başka, ışıltısı başka, inan bana. Yeni gökyüzüme, yeni toprağımın vereceği çiçeklenmiş badem ağaçlarına, yeni rüzgarımın uğultusuna, yeni denizimin boğazımı yakan tuzuna alışmaya çalışıyorum. Bahçemdeki manolya ağacının yapraklarının arasından oturma odama giren güneş ışıklarının dansını hayranlıkla izliyorum. Babam bana bahçemizdeki yenidünya ağacının resmini gönderiyor, nerede bir hayat varsa orada bir çiçek açıyor diyorum. Başka sevinçler, bizi birbirimize bağlayan incecik kırmızı ipler, uzaktayken de birlikte hissedebilmenin güven veren yanı. Patlıcan kızartırken aklıma ben çocukken annemin kızartma yaparken mutfak tezgahına serdiği gazete kağıdı geliyor, yaz günlerinin akşamüstü meşgalesi her yerde aynı diyorum. Uzun ve yavaş yürüyüşler yapıyorum, yavaşlamayı öğreniyorum burada, durmayı, durabilmeyi. Önceleri tuhaf bulduğum şeyleri şimdi daha anlamlı buluyorum, bu alışmak mı sevmeye başlamak mı bilmiyorum Dodok. Burayı sevmekten, buraya köklenmekten korkuyorum. Elli yıldır aynı barı işleten yaşlı kadın, kamburlaşmış sırtını doğrultmaya çalışarak kahvemi uzatırken benim hikayemi soruyormuş gibi yapıp kendi hikayesini anlatmaya başlıyor. “Çok yaşlandım” diyor, “artık bazı şeyleri hatırlayamıyorum.” Ona nereden geldiğimi, burada ne yaptığımı anlatıyorum, beni ilgiyle dinliyor. “Eskiden burası da kalabalık ailelerle dolu canlı bir yerdi” diyor, ayakta durmaktan yorulunca barın arkasındaki taburesine oturup derin bir nefes alıyor, belli ki anlatmaya devam edecek. Söyleyeceği şeyden hoşnut olmadığını anlıyorum. “Sonra herkes yavaş yavaş gitmeye başladı burdan, sadece yaşlılar kaldı. Onlardan da her gün birisi ölüyor işte.” Aklıma Onat Kutlar’ın dizeleri düşüyor, keşke anlasa da ona da okusam diyorum.

Gün içinde kaç kere oluyor bilmiyorum, gözümün önünden, aklımdan, parmaklarımın ucundan şiirler geçiyor. Oraya buraya dağılıyorlar, bazen toparlayamıyorum. Dökülüp saçıldıkları yerde bırakıyorum, sanırım artık duygularımı da toparlayamıyorum. Bir dağınıklık, bazı yerlerde boşluk ama bazı yerlerde üst üste yığılmışlık, nereye ait olduğumu bilememek, nereye gitsem göçer olmak, gözümde büyüyen yollar, yolların sonunda beni bekleyenler, artık beklemiyor olacağından korktuklarım, neyi nereye koyacağımı bilememenin kırılganlığı. Ortaçgil dinliyorum böyle hissettiğim zamanlarda, Sait Faik okuyorum, fotoğraflarımıza bakıyorum uzun uzun, sayfalarca yazıyorum. Üzüm bağlarının arasından kıvrıla kıvrıla inen dağ yollarında bin yıldır aynı yerde duran manastırları, zamanı ortaçağda durdurmuş ıssız kasabaları, tahta masasında yüzünü yola dönüp sessizce oturan ihtiyarları görüyorum. Zeytinlikler görüyorum sonra, durup ağaçların arasında yürüyorum bazen. Delice zeytinler bana seni hatırlatıyor, bir gün başkalarına da beni hatırlatsın istiyorum. Zamanın nefes almakla geçen günler değil, birinin aklında olmakla ilgili olduğunu söyleyen şarkıyı mırıldanıyorum. Uzaktan çan sesleri duyuluyor, saat dört oldu diyorum. Zamanla ne derdimiz var anlamıyorum, saat dört olsa ne beş olsa ne. 

Sonra kasabanın çocuklarına portakal kabuğundan diş yapmayı öğrettiğim akşam eve kadar birlikte yürüdüğüm arkadaşım, soğuktan üşüyen ellerini ceplerine sokarak bana kocasını ve kayınvalidesini anlatıyor. “Annesi onu öyle güvensiz büyütmüş ki, bensiz bir gün yaşayamaz” diyor. Gülümsüyorum ister istemez, yaşar güzelim, yaşar diyorum; herkes herkessiz yaşar.

İşte böyle kimileyin bir laf ediyorum, sonra saatlerce düşünüyorum. Herkes bir şekilde herkessiz yaşıyor da, bazen tadı olmuyor değil mi Dodok?