Yıllar sonra yalnızlıkla döllenmiş bir odanın en bereketli yerine suretini hatırlattı. Yeleğinin cebinden gelen düzensiz cep saati tıkırtısına aldanmayarak ilerledi. Yıkkın ve yılgın bulutların getirdiği loşlukla da iskemlesine çöktükten sonra batan sırt kemiklerinin uçları ile birlikte düşüncelerini pekiştirdi. Esef dedi esef, Çelimsiz ve acizce! Esef dedi esef! Kısık sesiyle tam türkü söyleyecek gibi oldu lakin gençliğine duyduğu özlem ve bu vatanın kurtulmuş olduğu gururlu göz yaşları bahtiyarlı bir tebessümü belirtti gölgesindeki doksan haramiye. Tıpkı karar vermekte zorlanmış bir kadı’nın şakaklarından süzülürmüşçesine, ulaşamayacağı karayı görüp güvertede özgürlüğü cerehat ettiren vardiya zabitçesine. Muhabbetleşemeyen yaralı bir kuş gibi sessiz ve bitik ruh halini artık gizleyemeyecek kadar yaşlanmıştı. Torunu Halil’e yüze kadar sayarken bile doksanı atlayan bir çavuşun öyküsü olmalıydı bu. Doksan siperlik bir esef. Dok-san.               Soğuk bir odanın nemiyle birleşiyordu ahşap zeminde yıllara direnmiş yorgun uzun bedeni. Yamuk çatılmış eskiyen çivilerin sökülmeye durmuş duvarın bir çapında eski ahbaplıklar tabloda barınıyordu. Masanın kırık ayağı bugün de tekrar kırılmamak için direniyor gibiydi bir gazinin hemen altında. İlaçlarını teker teker içtikten sonra, derin derin düşüncelere daldı. Masa adeta bir beşik gibi sallanırken, uyuyakalmak üzereydi. Ruhunun müebbetlediği anılarına dalmak üzereyken çavuşum. Yangınlar çıkıyor. Güllelerin ağırlığını hissediyordu tekrardan nasırlı avuçlarında!    Çavuş Mahir palaskasını göz ucuyla yoklayıp, selamlayıp güneşin en buruk değişim nöbetini ikişer ikişer indi merdivenleri. Dış kapının önüne geldiğinde menteşesini işgalden iz kalan, tırnağı ortadan kırık işaret parmağıyla kaldırdı. Balçıkla birleşen eski köy yollarında, çamurlaşan bu şehirde şişik topukları ile güç bela yürüyordu. Köy Halkı da perdelerini açmaktan ürküyor aydınlık ne zaman teneffüs etse tenlerine, karanlık bir kuytu aramakta geçirirlerdi günlerini. Yorgun bir er taburu sersem sersem yürüyor, yorgunlukları kapanmaya durmuş şişik göz kapaklarından belli olurken, ellerindeki “Alman yapımı 98 Gewer” tüfek süngülerinden kanlar kurumuş şekilde görünüyordu. Dudaklardaki bağımsızlık nidalarına gökte dağılmayacak olan o isli dumanlar eşlik ediyordu. Sipere atlarken kaburgasını çatlattığını anımsadıkça yürümekte zorluk çeken Mahir Çavuş. Hafız olmak istediğini ezbere okuduğu Kuran sahifelerinden belli ediyordu. Tek başına yürüdüğünü unutmuşken bir kuytu siperden seslenen silah arkadaşının sesiyle irkildi.

-Çavuşum aşımıza buyurmaz mısınız? Hepimize yetecek kadar var Evelallah!

Ne kadar midesi kazındığını hissetse de kuru dudakları tevazusunu gösterdi.

-Cümleten afiyet şeker olsun Ömer çavuşum. Allah bizimledir. Yalnız abdest alacak kadar suyunuzu kullanabilirsem müteşekkir kalırım.

Siperden anında çıkmaya çalışan bir genç, güç bela çıktığı toprak zeminde üstünü silkeledikten sonra matarasından su dökmek için matarasını çıkarıp, çavuşun ellerine doğru uzattı. Niyet eden çavuş abdestini alıp,

-Size yarın muallim Bekir’den yeni şiir kitapları getireceğim. Dedi.

Bu habere en çok abdest suyu döken genç sevinmişti. Gözlerinde ki sönen gençlik ateşi, tekrardan alevlendi.

-Teşekkür ederiz çavuşum. Dört gözle seni bekliyoruz en çok da ben yani Osman. Tepik Osman!

Selam verip sağ eliyle. Günler süren muharebede her gün kendisiyle zar zor dikleştiği o dik patikaya geldi. Cebinden çıkardığı tütünü kağıda ufaladıktan sonra ağzına götürdü. Siper çakmağı ile ateşe verdi. Öksürükle derin derin körüklerken, bu mektubu gönderip, göndermeyeceğine karar vermeliydi. Aylar olmuştu ne bir mektup yazmış sevdiğine ne de haber yollamıştı köyüne. Tıpkı Maraş köylüleri gibi karanlık kuytu bir yer bakındı fakat bulamadı sanki bu hareketi istemsizce yapmış gibiydi. Derin bir vahamet içinde kendi siperine doğru yürüdü. Ezberi kuvvetli çavuşum yazdırdığı mektubu öykünüyor. Başında ki kalpak bedenini terletiyordu. Bugünlerde iyi değilim. Ne tarafa dönüp baksam, orda büyüyor yalnızlık kavgam. Hele bir hava kararmasın mı kimseler kalmıyor yaşam çeperimde. Mahşer oluyor siper, müeyyide içinde geçiyor zaten ömrüm. Sonra çocuklaşıyorum tabi bir iki göz yaşı eşliğinde önümdeki dokunamadığım bedenlere dualar okuyorum kurulan ilk yardım çadırlarında. Karanlıklaşıyor umudum. Sıralanıyorum belki de korkularımın arkasına sayılar gibi bir ihtilal mesela. Umut nedir? İçselleştirdiğim dünyada, üryan gelen bir insan nasıl olurda kölesi olur, giyindiği kumaşların, elindeki süngünün. Ademin oğlu toprakla karışıp nüfus eder ya yalnızlığa işte öyle bir anda dağıldı çekmecelerim, işte öyle bir anda kaybettim ben insanlık umudumu. Rüzgar değse saçlarına oturur da hemencecik örmeye başlardın ya geri Zahide’m hani biz el kadar bebeyken, bende bu aralar pek anımsayamıyorum hatıralarımı galiba kaybolmak üzereyim. Varoluş içinde ezilip gidiyorum sonra. Üstüme üstüme büyüyor harabe vilayet binaları, gazi silah arkadaşlarım uzuvları dediğimde, silah arkadaşlarımın göz bebeklerimdeki umut ışığının söndüğünü söylüyor. Bir ses duysam orta hallice elime panik havasında kül sıçrıyor, izmarit yakıyor savaşın esmerleştirdiği tenimi. Sonra yanık sesim çıkmak istemiyor soluk borumdan. Avazım da sevişmiyor artık er meydanlarında. Allah! Kelimesini sadece ezan okurken şiddetlice söyleyebiliyorum. Tüfeği nasıl sıkıyorsa nasırlı parmak uçlarım bir gün kopacaklar diye de ödüm kopmuyor da değil. Bilmiyorum ki Mahir olmak neden bu kadar çok zor geldi ruhuma bilemiyorum. Diğer insanların penceresinden bakmadığım için mi bu kadar ağır geliyor yaşam sadece maneviyatıma sığınıp şükrediyorum halimize. Girdiğimiz memlekette pencereler hep kırık, sokaklar hep yabancı ve küçük yaralı çocuklarla dolu. Korkma bağlamayacağım her zaman ki gibi rahmetli Abbas ağabeyime sonra susmak nedir bilmiyorum değil mi? Ölümü tasvir ediyorum saatlerce cep saati tıkırtısı ile umut nedir diyorum hep? İçselleştirdiğimiz dünyada üryan gelen bir insan nasıl da kölesi olur savaşların? Hani insan göğsüne süngü yer ya sonra gözünü kaparken melek belirir gökten! -Diren! Diye fısıldar. Geçen Muallim Bekir’in tozlu kitabında okudum bu satırları sanki gerçek bir hikaye gibi de ah neyse. Artık umudum kalmadı. Ne bu işgallerin biteceğine ne de seni göreceğime, seninle birlikte nesir konuşup Anadolu Yankısı mecmualarında karşılıklı yazışacağımıza dair en ufak bir umut kırıntısı kalmadı içimde. Bir tek Vatan bağımsızlık umudum diri. Onu da yitirirsem ne olur benim halim he sevdiğim? İnsanlığımı kaybetmek üzereyim. Ağma anama iyi ahvalde olduğumu, ellerinden koskocaman öptüğümü söyle. Köyün yaman bir delikanlının bir iki tutam saçından keste ver eline, kokusundan anlar lakin belli etmez sana belki şüphesine yenik düşer de gerçekten benim sanır ve mutlu olur. Beni soran olursa köyümüz Yakacağın ileri gelenlerinden, selamlarımı ve sevgilerimi iletmeyi eksik etme sevdiğim. Cephede sayısını unuttuğum bir günden yazdım bu sahifeyi. Muhlis Çavuş, parmaklarını kaybetti dünkü taarruzda ama hala umudunun peşinden gidiyor. Bende gideceğim! Söylesene Zahide’m, nasıl olurda insanlar eksik uzuvlarını bir umutla tamamlayabiliyor? Bu aralar lâl oldu nutkum. Sürekli Fransız silüetlerini görüyorum. Birde sert bir kabzayı birleşen kaşımın üzerine yediğimi, seni çok özledim bilmiyorum ne zaman biter bu hasret türküsü. Zahide’m. Doksanların sonuna yaklaşıyoruz. Tam doksan siper bastık taburum ile ben. Yaklaşık on dört gündür kaburgamın ağrısı ile birlikte şehit olan Hasan ve Hüseyin ikizlerin hasretini taşıyorum yüreğimde. Amma ve lakin Vatan sağ olsun. Bu mektubu yazdırdığım gardaş parçam Muallim Bekir’le de bizim köyün ortanca kahvehanesinde çifte düğün yapma hayali de kurduk. Bana bir şey olursa Yahya komutanımdan da almayı unutma geride bıraktığım emanetlerimi. İnsanlar uzuvsuz yaşayabiliyor ama mektupsuz yaşayamıyor. Unutma benim sadık yârim! Bebek doğdum da çamura bulandım tam doksan cephe içinde. İnsanlığa dair umudum kalmadı. Bu dert bana kan kaybından daha çok hasar bırakacak belli. Belki de birçok çocuk babasını, cepheye gelmekte zorunlu bırakılan nişanlı, çocuk Fransız askerlerini süngüledim. Affet beni Ya Rab! Elime kan değdi. İnsanlığa dair umudum kalmadı. Aynı anda kendimle de savaşıyorum. Ben tam doksan siperde kayboldum, Tam doksan siper! Lakin olsun bu vatan kurtuldu. Dualarım seninle kendine iyi bak seni çok seviyorum. Kocamanca öpüyorum Kendi siperine vardığında kendinden emin bir şekilde göğsünden sararmaya durmuş zarfı çıkarıp, Postacı Serhat’a verdi. Zarfın içine sanki yarın Zahide’nin eline gidecekmiş gibi aldanıp, bu savaş kasabasında yeşermiş küçük bir papatyayı ekledi. Daha sonra görev yerine geçip üstünden gelecek olan emiri bekledi çavuşum. Çavuşum’un kafasını savaşmak bir hayli yormuş, artık barışı istiyordu. Nereden bir başı buyruk bir dedikodu çıksa ateşkes ilan edilecek diye. Siperlerin en mutlu adamı oluyor çok kısa bir süre sonra eski bedbaht haline dönüyordu. Sütçü İmamın başlattığı bu bağımsızlık savaşını Maraş’ta onun gibi askerler kazandıracaktı. Kadınların, küçük çocukların dahi gönüllü olup yardım ettiği bu işgali durduracaklardı fakat kendilerindeki yıpranmışlığı daha sonra fark edeceklerdi. Kol kırılıp yen içinde kalacaktı umarsızca devireceklerdi yıllarını.

Rüyadan irkilmiştir. Hem artık kadehler de vitrinlerden indirilebilir. Bir su içilebilirdi soğuğundan. Portreler kesikleşir, eller ovuşturulur, esneme gelir. Yamulan burundan nefes alınır. Huzur olmaz. Hep böyle değil midir zaten? Bilinmez. Bilinmemeli de yoksa ne anlamı kalır yaşamanın, kozmopolit bir yapıda koşuşturmacanın. Fransızların el bombasından sadece işaret parmağı kalan sağ elini şükür niyetiyle havaya kaldıran Mahir 25’inden 75’ine Esef der son kez içi yanarken. Tekbir ile şükür ettiğinin ardı sıra gök çiseletirken acılarını, şimşekler çakarak bir tana iki dost birbiri ile kalır. Çoban köpeği havlar koltuğun en dibinden Zahideyi özler. Çavuşum başını sever ve korkusunu dindirir. Konaklar eklenir sahnelere, güzel ahşap bir ev parkesi kabarık, kavuşmayı başarmış ortanca kahvehanede yapılan tek bir düğün, süregelen yıllarda 3 çocuğuna çiftçilik ile kitap satarak bakan bir çavuş. Muallim Bekir’den kitaplar Tepik Osman’a gitti mi bilinmez ama göklere şanlı bir bayrak hediye eden Mehmetçikler ve gaziler, hattı müdafaaya bağımsızlık verdi. Hamdolsun. Esef der Esef, Sessiz ve yitikçe. Doksan siperlik bir esef. Gençlerin kaybedildiği, savaş kelimesinin lügate girdiği, Barışın küçük bir çocuk ismi kaldığı doksan bir siperlik esef.

Dok-San