“Hollanda’da doğdum ben. Babam diplomattı. Çanta gibi oradan oraya taşındık durduk yanında. Yok canım, ne güzeli! Tam bir yere alışıp birkaç arkadaş edinmiş oluyorum, hop! Başka bir ülkeye… Bakma, annem yine iyi dayandı. Ev içinde de diplomasi düzeyindeydi bizimle ilişkisi. Mesela ben babama hiç “sen” diye hitap edemedim. Hiç birlikte oyun oynadığımızı falan bilmem. Bir kere bile ev kıyafetiyle görmedim onu.


İlkokula başlamadan önceki yazdı, döndük biz annemle İstanbul’a. Norveç’teydik en son işte... E tabii canım, olmaz olur mu? Zordu elbet. Annem de ben de sudan çıkmış balık gibiydik. Sonra annem dedemin yakın bir arkadaşının yanında işe başladı. Yetmedi, bir de evlendi onunla. Dedem mi? Düşünsene, kızı kendi yaşında, hem de arkadaşı olan bi adamla evleniyor. Çıldırdı tabii...


Sonra işte bu Refik amca sahiden sahip çıktı bize. Bak, Allah yukarıda, hakkını yiyemem. Babamdan daha çok baba oldu. Kolejlerde okudum, ne istediysem alındı. Maça bile gidiyorduk arada gerçek baba-oğul gibi... Ama kısmetimde Türkiye’den uzak olmak varmış. Refik amca ihracatla uğraşırdı. Taa Avustralya’ya taşınmayalım mı? Ortaokuldan sonrasını orada okudum. Kafam da basıyormuş herhalde ki hocaların yönlendirmesi falan derken Tıp fakültesini bitirdim. Annem verdi kendini botoksa. Ayda bir bir yerleriyle oynayıp duruyor. Refik amca desen iyice yaşlanmış, bütün işi kızı yönetiyor. Zaten bu Avustralya sevdası da öyle çıktı ya. Meryem, ilk eşinden olan kızı. Annesiyle yine iş için Sidney’e gidip geldiği sıralar tanışmışlar. Çocuktu, evlilikti falan derken anlaşamayıp ayrılmışlar. Refik amca dönmüş Türkiye’ye. Anlayacağın, o zamanlardan kalan vicdan azabı işte bizim taşınma nedenimiz...


Aslına bakarsan iyiydim de ben orada. Fena kazanmıyorum, kendi evimdeyim, altımda arabam... Ama içimde bir şeyler eksikti hep. Sanki bi boşluk var, dur diyorum bu boşluğa şu gider, yok. O zaman bu, yok. Kara delik mübarek, neyle kapatmaya çalışırsam çalışayım beceremiyorum. Ot mot, işte artık ne denk gelirse... Partilerde falan takılır oldum üç-beş. Sonra sıklaştı. Bir yandan kumara da sardım. Her gün oralardayım. Hastaneden çıkıp önce demleniyorum, sonra makinalara…


Baktım, bu böyle olmayacak. Çağırıyor da bir şeyler içimde. Dedim, ben Türkiye’ye dönüyorum, memlekette yapayım mesleğimi. Denklikti, şuydu, buydu, hallettik hepsini. Tak! Mecburi hizmette piyango Ağrı Doğubayazıt’a vurdu. Yapacak bir şey yok, el mahkum gideceğiz! Gittim gitmesine de ana dilime bile hakim değilim, ağız burun sürekli kayıyor. Lakabım oldu Coni. Coni aşağı, Coni yukarı. Ama sevdim de oraları. Beni öyle bir bağırlarına bastılar ki anam babam öyle sahip çıkmamıştır bak. Lâkin, zordu da... Her Allah’ın günü kolu bacağı parçalanmış biri geliyordu acile. Ya bir çatışma çıkmış ya mayına basılmış. Hiçbir olay olmasa bu defa da aileler arası kavgalardan yaralananlar geliyor. Ama mutlaka geliyor. Haa, bir de kesik koldu, bacaktı yetmezmiş gibi baytarlık da yapar olmuştum. Vallahi! Kaç tane buzağı elime doğdu bilsen.


Şans işte... Gide gide tekinsiz zamanlarını buldum Doğu'nun... E geldiğim kültürden de çok farklı. İçimdeki eksiği kapatayım derken yine başa döndüm. Oralarda öyle şeylere ulaşmak daha kolaydı. Zaten artık her yolu öğrenmiştim. Baytarlık hizmetim karşılığında mal aldığım bile oldu. Hiçbir şey bulamayınca hayvanlara falan verdiğimiz ilaçlardan alıyor, yine de dumanı eksik etmiyordum kafamdan. Ee tabii, ne olacak? Sonunda açığa aldılar. Tırıs tırıs döndüm İstanbul’a. Dedem dört yıl önce vefat etmişti. Moda’da ondan kalan eve yerleştim. Tek çocuğundan olan tek torunuyum. Neyi var, neyi yok bana bırakmış rahmetli. Ama bende iş yok, güç yok, yasaklıyım, mesleğimi yapamıyorum. Hoş, yapabilecek olsam hangi kafayla yapacağım? Girdiğim bunalımdan çıkmak için herhangi bir amacım, bir motivasyonum zaten yok...


İşte tam o sıralar, babam nihayet “Ulan benim bir evladım vardı.” falan dedi, bir aydı kafası herhalde, ne bileyim, çıktı geldi. Babalık yapası mı tutmuş ya da emeklilik hobisi mi edinmek istemiş, artık ne karın ağrısıysa... Ben de eşlik ettim ona, ne yapacağım? Görsen, rakı makı içiyoruz böyle baba oğul. Bu gaza geliyor, torun sevmek istediğinden falan bahsediyor. Demezsin ki evde bana ayrı, anneme ayrı, sanki birer devletmişiz gibi diplomat edasında konuşan eden o salon adamıyla bu tonton amca aynı kişi...


Alıştım da biliyor musun? Yıllarca elin adamından yarı baba yapmışız... Ya, ben nasıl olsa babam görmeyecek diye hiç öyle başarma heveslisi bir çocuk falan olmadım mesela. Ne olacak yani? Müdür üstün başarı plaketi verdiğinde babam mı görecekti sanki? Okul maçında gol atsam, tribünden beni heyecanla izleyen bir babam mı olacaktı ya da? Ot gibi geçti öğrenciliğim böyle bakınca. Bu yüzden alıştım ona hemen. Baba konforu diye bi şey varmış. Otuzumdan sonra öğrendim.


Bir gün yine Saroz’daki yazlıktayız. Oraların sardalyası meşhurmuş, bilir misin? Boklu sardalya denirmiş hatta. Ben bilmiyordum tabii, nereden bileceğim? Kendi yurdumda her şeye yabancı birisiyim, hâlâ... Neyse, beni öyle bir yere götürdü. İlle de tattıracakmış, tam zamanıymış sardalyanın. Yanında da rakı içiyoruz. Allah’ın emri artık zaten o.


Hani bir an gelir, havada bir gerilim asılı kalır, konuşmak istersin ama uygun sözcükleri bulamazsın bir türlü. Sanki konuşursan elindekini de yitirmekten korkarsın. Cesaret edemezsin ama öfke de büyür ya içeride sustukça... Elindekini her durumda yitirirsin yani. İşte öyle bir akşamdı o gün. Bir türkü çalıyordu, ilk kez orada dinledim. Zaten ben kim, türkü bilmek kim? Şey diyordu bir yerinde, bak hiç unutmadım onu:


“Garip kaldım yüreğime dert oldu

Ellerin vatanı bana yurt oldu”


Ben bunu duydum ya, içmişim de; içimde atlar dörtnala koştu sanki. Yıllardır içime attığım ne varsa o anda söylenmek üzere beklemişti de artık duramıyorlardı sanki. Ağzıma ne gelirse sayacağım şimdi diye beklerken, “Bunca yıl çok mu meşguldün baba?” diyebildim birden. O kadar… Gözlerinin içine bakıp bir tek bunu diyebildim. Halbuki arkasından az küfür etmemiştim. En azından şöyle okkalı bir tanesini falan savururum diye düşünüyordum. Öyle olmadı... O da zaten tek bir kelime edemeden kalakaldı karşımda. Başını bile eğmedi. Kibirli pezevenk...


Ertesi gün İstanbul’a dönmek üzere yola çıktık. Akşam saatleriydi. Malkara’ya vardığımızda karanlık iyice bastırmıştı. Yağmurluydu hava. Babam yanımda uyukluyordu. Karşı şeritten gelen araçların farları gözümü aldı. Yağmur, yorgunluk, kaygan zemin... Her şey bir anda oldu. Cenazesine bile katılamadım. Yoğun bakımda on iki gün kalmışım.


Sonra? Karşındayım işte, sonrası mı var? Canım sıkıldı koca evde tek başıma. Zıkkımlan, zıkkımlan nereye kadar? Dede parası yiyoruz biz de kendimizce. Kalktım, geldim, biraz da burada ömür tüketeyim dedim. Bu yirmi bir günlük programı bir nevi detoks gibi düşün. Çıkınca kaldığım yerden devam…


Haydi, akşam yemeğinde görüşürüz. Partime sen de davetlisin, en fiyakalı kıyafetini giyip gel, doğum günümü kutlayacağız!