Yaşama karşı çok doluyum. Bir ince sonbahar havası taşıyan gözlerim ve tuğla tozlarıyla çamurlaşmış bu bedende yaşamaya hapsolup, kirli aynaları izlemekten içerisi kapkara olmuş bu boş kahve fincanına bakmaktan dolayı beni içerisine çeken hipnozumsu bir duruma yelken açmışken göz bebeklerimde beliren küçük bir ışık yansıması tutmuş beni aksini yansıtan bir ışık gölgesinde dansına davet etmiş. Ama ben yine de yaşama karşı çok doluyum.


Bir avuç insan gördüğümde şaşırır kalırım. İçinde deryaları akan pınarlar, göz kamaştıracak gülüşmeler, hoş görüşmeler ve tekrar buna niyet etmeler. Zamanın akışı, insanın kendinden ardına niyet edip yaysız ok gibi fırlayan imzalı sesleriyle hoşçakalma vaadleri. Neler oluyor burada? Bu bir avuç insan da kim? Beni şaşırtan onlar değil. Tabii ki şaşırdığım tek şey o anlık teknolojiden uzak olmaları. Ben, kas gücüyle çalışan mekanik düzeni de sevmemişimdir. Daha evvelinde yaşamda var olduysam. Ben insanın sevgiyle bütün olduğu yere aitim.


Ben öyle bir yere aidim ki ne ser ne de yar benden geçer. Ahirin, zâhir ile hemhal olduğu yakın bir gelecekten bahsediyor ve bunu anlayacak birkaç kişiye gülümsüyorum. Dolu olma sebebimse ait olduğum yer burası değilken bu zulmü izlemek zorunda oluşum. Bu yeni bir dolaşım sistemi kurmak gibi yaşayan bedenimde. Ama vücudumun bunu kabul etmeyişi, ellerime vuruyor. Yakın bir gelecekten umutsuz izleyişlerim iyiden iyiye dolduruyor beni.