Biz, üç koca dosttuk. Üç kıpkırmızı, sulu, uslu domates. An geldi; zamanı, kendini, sözleri tartan insanoğlu bizi de tarttı doğal olarak. Tam bir kilo. Hangimiz ağırız bilemedik tabii. Ama birlikten bir kilo doğdu. Yaşlılık ne zor! Her yerimiz ağrılı. Her avuçta eziliyor, çürüyor hep bir yanımız. Simsiyah bir poşetin içine attılar bizi. Para alışverişi bitince yola koyulduk. Uzun bir gezinti. Mahalle, çocuklar, dedikodu… Sallana sallana vardık eve. Doğrucamutfağa girdik. Kırış kırış, boyalı bir el girdi içimize. Birinci dostum, ojeli ve emekli bir kadın eli, dedi. İkinci dostum, kesin kınadır ve hiç sevmem, dedi. Bana olasılık kalmadığı için bakmakla yetindim. Bu el bizi aldığı gibi dolaba yerleştirdi. (''Sonrası iyilik güzellik'' olmuyor sevgili Cemal Süreya! Bunu ancak bir domates bilir.) Yaprak dökümü başladı. İlk dostum bir sabah vakti ayrıldı yanımızdan. Menemen olayı acı bir hatıradır usumuzda. İkinci dostum bir salataya kurban gitti. Son gördüğü limonlu maydanoz yaprakları olmalı. Ve ben… Hala bekliyorum. Korkuyorum ve gittikçe yaşlanıyorum. Hikayemin sonu; makarna sosu olmak, bir kahvaltıda salatalıkların yanına doğranmak ya da bu soğuk kutuda unutulmak olabilir. Kim bilir?