Bir haftayı daha ne yaptığını anlamadan bitirmişti. Her hafta sonu onu bulan aynı sıkıntıyla, oturduğu masanın arkasında kalan pencereye dönüp uzunca bir süre sokağı izledi. Birileri gelse de birkaç saatliğine dışarı çıksam, dedi sessizce. Kalkıp camı açtı, günlerdir içinde çalıştığı odanın da bir nefese ihtiyacı varmış gibi havası değişti. Yüzünü kesen bu karın habercisi hava, dışarı çıkma isteğini körükledi.


Birden zil çaldı, kapıya sevinçle koştu birileri gelmiş küçük duası kabul olmuştu. Gelen halasıydı, bugün o kalacaktı babaannesiyle. Kanserden bir yıldır kurtulabilmiş küçük kardeş şimdi de kanser hastası annesine bakmak için gelmişti. Halası her zamanki neşesiyle içeri girip sohbeti uzattıkça uzatırken o, "Bir an önce çıksam iyi olacak, akşama gecikmem." diyerek sözünü kesti. Sırayla kaldıkları evde alışılagelmiş olmuştu "Akşama gecikmem." denmesi.


Hemen hazırlanıp sokağa attı kendini. Akşamdan kalma soba dumanı kokusu esti yüzüne hafifçe, caddeye çıkınca dağılır düşüncesiyle atkıyı yüzüne dolayıp yürümeye başladı. Hem bir şeyler düşlemeye ihtiyacı varmış gibi hissediyor hem de düşlerin yarattığı hayal kırıklığından çekinerek kafasını başka düşüncelere yöneltmeye çalışıyordu. Yine kendiyle savaşarak başlamıştı yola. Yorulmuştu bu savaşlardan. Hiç mi son bulmazdı kendine kızmaları, hiç mi yeter artık deyip de içinde savaşanlardan birini susturamazdı? Neden bir galibi ya da kaybedeni yoktu şu kavgaların? Hatta neden vardı ki bu kavgalar? "Neden mi var?" diye çıkıştı kendine birden.


"Çok kolay cevabı; başka şeyleri unutmak için, o koca boşluğu doldurmak için. Yapayalnızdı şu hayatta ve farkındaydı bunun. Yanında sandığı insanların bu fırtınalardan hiç haberi yoktu. Bu muydu 'dostluk' denen şey? Doğum günün kutlu olsun, geçmiş olsun, teşekkürler. En samimi kelimeler bunlardı onun için. Uzun zamandan beridir kimse nasılsın dememiş, belki de bu sorumluluğu üstüne almak istememişti. E o da ne yapsın? Nasıl olduğunu kendine soruyor, kavgasını içindekiyle sürdürüyor, keşfettiği şeyler hakkındaki hayretini bile kendine yansıtıyordu. Kendine yetebilmeyi hızla öğrendiği bu zamanlarda, insanların dost denilen o kutsal kavramdan bihaber olduklarının farkına varıyordu. Nefreti de sevgiyi de kendine yönlendiriyor, içindeki yalnızın tek dostu olmaya çalışıyordu. Hayat bazı insanlara bunu verir işte, ne korkabilir yalnızlıktan ne sevebilir ne de vazgeçebilir. Fakat o boşluk hiç terk etmez onları arafta sallanır durur."


İçten bir üşümeyle kendine geldi birden. Evden çok da uzaklaşmamıştı nasıl olur da zihnen bu kadar uzaklara dalabilmişti? Hayret etti kendine ve hafifçe gülümsedi. Yol ayrımındaydı, şu kavak ağaçlı yoldan devam edip uzun bir sessizliğe dalabilirdi ama caddeye doğru gitmeye karar verdi. Yeteri kadar baş başa kalmıştı içindeki dostuyla biraz insan arasına karışmak iyi olabilirdi. Her biri farklı birer dünya olan insanların arasından geçip giderken geçmişte ne kadar zorlandığını anımsadı. Şu kalabalığa çıkabilmek için ne savaşlar vermişti içinde nasıl da zorlamıştı nefsini. Yabancı insanlar karşıdan gelirlerken "elim doğru yerde mi, yüzümde bir şey var mı, atkım gülünç mü duruyor?" diye küçük ve gereksiz detaylara ne kadar da kapılıp giderdi. Atlatmıştı artık çoğu korkusunu üzerinden, işte yürüyordu kalabalığın arasında hiç gerilmeden. Yine de eskiden kendine sorduğu bu garip soruları küçümseyemiyordu. Bir daha bulabilirdi o zorluklar ruhunu ve o zaman hazırlıklı olmalıydı; işte bu yüzden hep ciddi bir mesele olarak saklıyordu soruları cebinde.


O, düşüncelere dalmışken arkasından koşarak gelen biri hızla omzuna çarpıp koşmaya devam etti. Umursamayıp yoluna devam etti, bu bile ne kadar yol katettiğinin farkına varmasına yetti. Hâlbuki durup sorunu kendinde arardı, kendine niye yolun ortasında yürüyorsun diye sorup olayı büyüttükçe büyütürdü. Bu hislerden kurtulmanın verdiği huzurla göğe bakıp derin bir nefes aldı. Bir ayrıydı şu memleketin havası; tertemiz, berrak. Bırakıp gitmek zordu; kavaklarını, sonu gelmeyen kışını, zar zor içine dalabildiği gölünü. Bir kere gidip uzaklarda hasreti çeken gönlü, eskisinden çok daha fazla bağlanmıştı toprağına. Hem kalmanın hem de gitmenin zevkini de acısını da tatmıştı bir kere. Gitmenin sonu gelmez bilgeliği, kalmanın vicdanına ağır basıyordu çoğu zaman. İlim peşinden koştuğu nazlı bir yâr gibiydi, bir türlü nasip olmamıştı yanına yamacına varmak. Bazen yârin yüzünü görür, günlerce onun mutluluğuna kapılır giderdi. Pes etmeyişi, tükenmez umudu bundan kaynaklıydı. İşte gitmek sevdası da sadece yâre erişebilmek içindi. Peki ya kalmak neydi onun için? En büyük sorumluluğu, bazen bıkkınlığı bazen de sevinciydi. Tamamen bir karmaşaydı onun için kalmak. Birçok anlam barından bir karmaşa, vicdanının öğretmeni, olgunluğunun adımlarını içinde barındıran bir karmaşa. O kadar büyük bir çaresizlikle mecburdu ki bu kargaşanın orta yerinde büyümeye, kalmak bir yaraya dönüşmüştü. İki seçenek dikilip duruyordu önünde sürekli; gitmek ve kalmak. Keşke, dedi, ah keşke üçüncü bir seçeneğim olsaydı, olsaydı da ne sevdadan vazgeçme acısı bulsaydı beni ne de yaraya tuz bassaydım her gün. Fakat farkındaydı; içten içe zalimce bir zevkle bağlıydı dünyanın kahrına, sevincine, tamamıyla bütün duygularına. Her farkındalık onu yeni bir yola itiyordu. Yeni engeller, yeni güzellikler buluyordu ruhunu. Ama yolda başına ne gelmiş olursa olsun yolun sonu değişmiyordu. Hep aynı kuru, meyvesiz ağacın dibinde buluyordu kendini. Bildiği bir şey vardı o da bu döngünün asla bitmeyeceği, kendini her yolun sonunda hüzünle kuru dalları savrulan o ağacın altında bulacağıydı.


Başka bir şey daha biliyordu ki, o da artık eve dönmesi gerektiğiydi. Karın da hafiften başlamasıyla bitirdiği yürüyüşün kafasının dağılmasına mı toparlanmasına mı neden olduğunu kestiremeden evin kapısını çaldı.