Yaşama isteği denen arzunun içerisinde iç dünyamızdan dış dünyaya doğru açılıyoruz. İlk insan olan Adem'den bu yana sürüp giden bir akışın içindeyiz. Eğer yaşamı köklerinden sarsabilseydik, olağan kuvvetle itebilseydik onu, işte o zaman kendi gerçekliğimizi geriye çekmiş olurduk. Dünyanın bahşettiği acı dolu yalnızlığımızdan hiçbir iz kalmazdı, huzur dolu bir sakinliğin eşiğinden seslenirdik. Kim olduğumuzdan habersiz, hayat denen koca çınara tutunmadan yaşamak olur muydu? “Adımı bile bilmeyen bir adam olarak bunu nasıl hatırladım? İçgüdü, dürtü, yaşama refleksi, hayata tutunma, savunma...yaşamı uğraşı.” diyor Güray Süngü. İnsan şüphesiz kim olduğunu bilmediğinde dahi varoluşunu iliklerine kadar hisseder.



Doğduğumuz ilk andan itibaren isimlerimiz bizleri tanıtma görevini üstlenmiştir. Ancak yaşamın içerisinde duyduğumuz varoluşsal dürtüler bizi ayakta tutmuştur. Hepimiz kim olduğumuzdan bir haber biçimde hayatın soğuk sularına teslim olduk. Burada tanıştığımız duygu silsilesi kimliğimizi oluşturmamızı sağladı. Nefes aldığımız sürece süregelen değişim ve dönüşümlerden besleniyor, birikimlerimizle yoğruluyor, karşılaştığımız her insandan kendimize ait bir parça da olsa izler taşıyarak yolculuğumuza devam ediyoruz.



Düşlerimiz; yolculuğumuzda açan güneş misali yaşadığımız hayatı daha canlı görmemizi sağlıyor. Hayatın hakikatleri altında mahzun şekilde ezilmeye devam ederken düşlerimiz, daha güçlü şekilde ayağa kalkmamızın yollarını buluyor. Bilakis hayat bizlere sunduğu güzelliğe rağmen can acıtan bir kaktüs bitkisi gibi yaklaşır. “Hakikat diken gibi batar evladım, yanlışa giden doğru insanı acıtır, hatta kanatır. Sende daha umut var ki sen benden rahatsız oldun. Çünkü hakikat bende...” Düşlerimiz bizlere daha umutlu bir hayatın kapı aralığından görünürken; berisindeki hakikat gölgeleri canımızı acıtır, kanatır. Umudu olan insan, hakikatle tanıştığında acıyla da tanışmamış mıdır? Yaşamanın ciddi bir iş olduğunu acıyla tanıştığımızda farkına varırız. Vücudumuzun her bir zerresinde üzerimize hakimiyet kuran acılar, o kadar gerçektir ki insanı aldatması olası değildir. Bir acının üzerimizdeki tesiri ve nankörce hakimiyeti başka bir zaman, başka bir yerde açılacak yeni acıya kadardır. Mamafih hayatın gerçekliğini acıyı çıkararak değil, acıyla baş ederek bulabiliriz. Çünkü hayattan acıyı çıkardığımızda elimizde hiçbir şey kalmaz. “Acıyı unutursun acı diner de hayattan acıyı çıkar, geriye ne kalır ki?” Dünya var olduğu sürece acılar, insanı insan yapacak. Kalbimizin derinlerinde hissettiğimiz rahatsız edici gerçeklik (acı), biz onu mütemadiyen hissetmeye başladıkça derinlerimizde bir lav oluşturacak, taşma güdüsü duyacak, aklımızdaki her düşüncede var olacaktır. Hangi acıydı o? İsmi neydi? Yüzünü unuttuk belki ama hissettirdiğini unutmadık. Hisler, iğreti biçimde düşüncelerimize karışarak hareket etmeye başladı.


“Kalbe ecza olan, akla zehir olur.” Kalbimizdeki her ateş aklımızdaki düşünceleri küle çevirir. Düşünceler, yaşadıklarımız, yaşadıklarımız ise oluştuğumuz kişidir. Kalp gözlerimizden yaşlar akmasını sağlarken akıl gerçek tabirle bizlere yaş aldırandır. Akıttığımız gözyaşlarıyla yeniden dönüşürken bilincimiz dönüşümün ardındaki biz ile yola devam eder. Özetle duygularımızdan düşüncelerimize doğru hareket halindeyiz. Duygularıyla insanoğlu, akılla yapılan dönüşüme hazırlanır.


Güray Süngü’nün de dediği gibi: “Aklın ötesine geçtim sanırsın ki orası kalbin berisidir. O gitmeden insanın başından nasıl kalbine döneceksin?” Yaşamımız, dram türünden bir piyes gibi perdeler halinde gösterime açılmaktayken iliklerimize kadar hissettiğimiz var oluşumuz, keder tarafından defalarca kez sınava tabi tutuldu, tutulacak. Kendimizi keşfederken de acıya dokunuruz. Acıdan geçmeyen bir yolda insana rastlanmaz.



Yaşadığımız her şey kimliğimizin oluşumunda pay sahibidir. Bu yüzden hiçbir zaman kendimiz olamayacağız. Nefes aldığımız müddetçe sosyalleşiyoruz, sosyalleştiğimiz müddetçe kendimizi arıyoruz. Kendimizi ararken aslında nice farklı insanlara dönüşüyoruz. “Kendini arıyorsan başkasındadır.” Belki de her birimiz kültürden hazırlanmış bir çorbanın içerisinden özgür biçimde kendi tadımıza varmaya çalışıyoruz.


Dönüşüm bahsinin akabinde değişimle ilgili Montaigne Denemelerinde şöyle demiştir: “Bir düşünceden bir düşünceye gider geliriz. Hiçbir şeyi kendiliğimizden kesin ve sürekli olarak istediğimiz yoktur.” Güray Süngü’de “Bir şeye ulaşmak için yıllarca çaba sarf eder, ona ulaşınca da değerini bilmezsiniz siz” demiştir. İki yazarın da insan değişimi ve kararsızlığı üzerine düşünceleri birbiriyle örtüşür nitelikte.



Hisleri, bakış açısı, şartları değişir, özetle yaşamı değişir insanoğlunun. Çünkü ulaştığı müddetçe değişmeyi de bilir. Belki de insan olmanın ve zaman denen büyülü akışın içerisinde insan kalabilmenin elzem iki koşulu vardır: değişmek ve dönüşmek. Güray Süngü’nün de bu paradoksu özetler nitelikte dediği gibi: “Elbette dönüştüm, zaman dönüştürür, değiştirir. Hiçbir şeyden korkmam diyen korkudan küle dönüşür. Nice güzel ben âşık olmam der de ne âşık olması, aşk olur da çölde kuma dönüşür. Mutluluk bir kıvılcımla tükenir, acı bir tebessümle diner. İnsan değişmem dedikçe değişerek insana dönüşür. Ben de dönüştüm.”



Doğdum


Bir yaratıktım, çıplaktım, hayvansıydım


Yere çömelmiştim


Avucumu açmış


Bütün yaşamımı yiyordum


Biri geldi; yaklaştı bana, fısıldadı:


Arkadaş, olmaz öyle, yaşa önce


Ayağa kalk, çalış, mücadele et


Mutlu ol, ağla, âşık ol, yenil


Yenil ki değiş, değiş ki dönüş


Dönüş ki insan ol, dönüş ki insan ol...